Rojava: Bir Durum Muhasebesi
Makale / Arzu Yılmaz

unnamed

Rojava’, Kürtçe’de ‘Batı’ demektir. Fakat son on yıldır Suriye’de yaşanan gelişmelerle birlikte, ‘Rojava’ farklı dillerde ve tek başına kullanıldığında bile, Suriye Kürtlerinin yurdu ya da Kürdistan’ın batısı anlamı kazandı. Aslında Kürtler arasında Kürdistan coğrafyasının farklı parçalarını adlandırmada, henüz bugün olduğu kadar yaygın olmasa da, örneğin ‘Başûr (Güney)’, ‘Bakur (Kuzey)’ ya da ‘Rojhilat (Doğu)’ zaten kullanılıyordu. Bunun yanında, Suriye-Türkiye sınırı özelinde ‘binxet (sınırın altı)’, ‘serxet (sınırın üstü)’ kullanımı veya PKK yazılı kaynaklarında bugün Rojava olarak anılan bölgeye ‘Küçük Güney’ ve Antep, Adıyaman, Malatya, Maraş bölgesine ‘Güney-Batı’ denmesi gibi örnekler de vardır.

Ancak, 2012’den sonra Suriye’de Kürtlerin yürüttüğü askeri ve siyasi mücadelenin ‘Rojava Devrimi’ olarak anılması, ‘Rojava’nın coğrafi anlamının ötesinde siyasi bir anlam kazanmasına neden oldu. Bu haliyle ‘Rojava’, yalnızca Suriye’de coğrafi olarak dağınık ve çok parçalı Kürt nüfusunun siyasal varlığının değil, aynı zamanda mevcut ulus-devlet sınırları üzerinden bölünmüş Kürdistan coğrafyasının bütünlüğünün de dolaylı bir ifadesi olarak algılandı.

Buna rağmen, Rojava yönetiminin resmi adında hiçbir zaman Kürt ya da Kürdistan kelimeleri geçmedi. Hatta Rojava kelimesi dahi, ilk ve son kez, 2013’te kantonların ilan edilmesiyle birlikte oluşturulan ‘Rojava Geçici Yönetimi’nde kullanıldı. 2014’te benimsenen Demokratik Otonom Bölgeler Yönetimi adı, 2016’da Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu olarak ve nihayet 2018’de de Kuzey ve Doğu Suriye Otonom Yönetimi olarak değiştirildi.

Bu tercih, her şeyden önce, Abdullah Öcalan’ın ‘Demokratik Ulus’ önermesi çerçevesinde somutlaşan siyasal yönetim modelinin benimsenmesinin bir gereğiydi. Zira Öcalan, ‘Demokratik Ulus’un inşası için yürütülecek askeri ve siyasi mücadelede her ne kadar Kürtlere bir öncülük rolü biçse de elde edilecek kazanımların meşruiyetini mevcut siyasal sınırlar içinde ‘halkların birlikteliği’ ilkesine dayandırır. Bu bağlamda, ‘Kürtlerin birliği’ bir gereklilik fakat asıl hedef ‘halkların birlikteliği’ olarak belirlenir.

Tıpkı HDP kurulduğundan bu yana Türkiye’de olduğu gibi, Rojava’da da siyasi oryantasyonu ve örgütlenmeyi şekillendiren bu hedef oldu. Bu hedef gereği, bir Kürt partisi olan PYD siyasi alanda, bir Kürt silahlı gücü olan YPG ise askeri alanda oynadığı öncü rolü zamanla etnik çeşitliliği esas alan yeni yapılara bıraktı. Dolayısıyla, bir Kürt hareketi olarak ortaya çıkan ‘Rojava Devrimi’nin, nihayetinde ‘Kuzey ve Doğu Suriye Otonom Yönetimi’ne evrilmesi ideolojik bir tutarlılık göstergesiydi. Fakat bu durum, Rojava’nın Kürt ve Kürdistan nosyonundan bir anlamda ‘feragat’ etmeyi gerektirdi, ki bu ‘feragat’in yarattığı kaçınılmaz gerilimin muhatabı da PKK oldu. Çünkü PKK, ’Demokratik Ulus’ inşasında ‘feragat’ ya da ‘feda’ edilen her şeyin adeta ‘emanet’e alındığı bir yerde konumlandı. Bu konum, PKK’nin gerilimlerin muhatabı haline gelmesi kadar, hemen her alanı kapsayan bir yelpazede ayrıcalıklı bir rol oynamasına  da imkan verdi. Bir başka ifadeyle, PKK’nin varlığı ödenen bedellerin hem göstergesi hem garantisi sayıldı. Bu arada, ‘halkların birlikteliği’ lehine yine ‘emanet’e bırakılan ‘Kürtlerin birliği’ konusunda PKK’nin koşulları belirlemesi doğaldı .

Günün sonunda, Suriye’de savaşın en şiddetli biçimiyle sürdüğü bir sırada PKK’nin yalnızca askeri değil, siyasi ve idari alanlarda da artan gücü ciddi bir muhalefetle karşılaşmadı. Rojava bağlamında Kürt muhalefeti örgütlenmesi olarak adreslenen ENKS, zaten hiçbir zaman etkinlik kuramadı. ENKS’yi destekleyen çoğu Kürdün daha savaşın en başında Irak Kürdistanı’na ya da Türkiye’ye ve Avrupa’ya göç etmesi, bu örgütün Rojava’da güçlü bir taban bulmasını zorlaştırdı. Daha da önemlisi, ENKS yöneticilerinin basına verdiği demeçlerde de ifade ettikleri gibi, ‘Türkiye Suriye’de kaybettiği ölçüde, ENKS de Rojava’da kaybetti’. Zira ENKS’nin Rojava politikasını ve siyasal ortaklıklarını belirleyen ‘Esad gidecek’ beklentisi boş çıktı. Öte yandan, zayıflayan siyasi pozisyonuna karşın bir de askeri örgütlenmesini Irak Kürdistanı’nda kurma yoluna girince, ENKS Rojava sahasından çok PKK-KDP arasında süregelen gerilimli alanda ve aslında siyasal bir boşlukta asılı kalakaldı. Dolayısıyla, her ne kadar sık sık gündeme gelse de, Rojava yönetiminin ENKS’ye Rojava’da siyaset yapma imkanı tanımayan tutumu, gelişmelerin önünü tıkayan bir sorun haline gelmedi/getirilmedi. 

Bu arada, PKK’nin Rojava’daki gücünün artmasını engellemek isterken her zaman ve her yerde olduğu gibi, ellerinden geleni ardlarına koymamakta kararlı iki bölgesel güç olan Türkiye ve İran, büyük ölçüde ABD’nin Rojava’ya sağladığı askeri koruma şemsiyesi nedeniyle etkili olamadı. Aslında, ABD’nin  ne söylemine ne de pratiğine bakarak PKK’ye doğrudan bir destek sağladığını söylemek mümkün. ABD nazarında PKK tartışmasız bir ‘terör örgütü’ olarak görülür ve zaten bu süreç boyunca da Türkiye’nin PKK’yi hedef alan operasyonlarının ABD oluruyla gerçekleştiği de bir vakıadır.

Fakat özellikle Türkiye’nin ‘PKK=YPG’ iddiasına, ABD’nin ‘PKK ve YPG aynı şey değil’ iddiasıyla karşılık vermesinin, PKK’ye Rojava’da önemli bir hareket kabiliyeti kazandırdığı da yadsınamaz. Nihayetinde, ABD’nin bu tavrı IŞİD’le mücadele önceliğine bağlı kasıtlı bir körlüktü. Zaten IŞİD’le savaşın büyük ölçüde sonuna gelindiği 2018’de, Türkiye’nin Efrîn'e girmesini ‘meşru ve haklı bir güvenlik endişesi’ sayma yoluyla ABD, bir anlamda, ‘PKK ve YPG aynı şey değil’ iddiasından görece vazgeçmişti denilebilir. En son, Türkiye’nin Serêkaniye ve Grê Spî operasyonlarına, Pentagon’dan gelen bazı itirazlara rağmen, nihayetinde ABD eliyle yeşil ışık yakılması ise bu yeni pozisyonun pekişmesi olarak okunabilir.

Benzer bir şekilde, ABD’nin ‘halkların birlikteliği’ hedefine koşut olarak Rojava Yönetimi’nin bir Kürt yapılanması olmaktan çıkıp, farklı etnik grupları içeren bir yapıya dönüşmesi konusunda gösterdiği gayret de, yine IŞİD’le mücadele bağlamında gelişti. Zira YPG’nin yerini SDG’nin alması, IŞİD’le savaşın Arap nüfusun ağırlıklı olduğu bölgelere doğru genişlemesiyle paralel hayata geçti. Ama bu durum aynı zamanda, ‘Rojava’nın kazandığı siyasal anlamı ve kapsadığı coğrafyayı daraltan bir seyri de beraberinde getirdi. Son iki yılda Rojava adeta salt Fırat’ın doğusu olarak anıldı. Eğer Rojava’nın serencamında dikkati çeken ABD ile senkronize gidişatı dikkate alacak olursak, bugün Rojava’dan geriye sadece ‘Doğu Suriye Güvenlik Alanı’ kaldı demek yanlış olmaz herhalde.[1]

Bu arka plan üzerinden bakıldığında, bugünlerde gündeme ‘Made in USA’ etiketiyle gelen Rojava’da Kürtler arası birlik çabalarına fazla umut bağlamak yerinde görünmüyor. Her şeyden önce, ABD’nin ‘PKK ve YPG aynı şey değil’ iddiasından vazgeçtiği ve fakat SDG’yi öne çıkarmak yoluyla Rojava Yönetimi’yle ilişkilerini sürdürdüğü bir durumda, ENKS’yi de denkleme dahil ederek kendi pozisyonuna bir meşruiyet kazandırma amacı taşıdığı söylenebilir. Bu meşruiyet arayışının ABD’nin kendi iç hukuku açısından olduğu kadar, Türkiye ile ilişkileri bağlamında da taşıdığı önem zaten biliniyor.

Öte yandan, ABD güçlerinin Suriye’den çıkması adeta bir mukadderat sayılıyor, ama ABD’nin Suriye’de siyasi etkinlik gösterebilmesi için sorunsuz çalışabileceği bir askeri gücü elinde bulundurması gerekiyor. Bu bağlamda, uzun zamandır Irak Kürdistanı’nda gerek ABD gerek Koalisyon Güçleri tarafından verilen eğitimlere katılan ENKS’nin silahlı gücü Roj Peşmergeleri’nin Rojava’da bulunmasının, ABD’nin sürdürmek istediği bu siyasi etkinliği güçlendireceği hesaplanıyor. Ve tüm bunların yanında, Ortadoğu’da devletlerle kurulan stratejik ortaklıkların eskisi gibi işlemediği bir surecte, tıpkı IŞİD’e karşı savaşta oldugu gibi İran’a maksimum baskı politikaları çerçevesinde de Kürtlerle işbirliğinden vazgeçmek istenmiyor.

Anlaşılan o ki, ABD’nin bu saiklerle Rojava’da öncülük ettiği Kürtlerarası birlik de, 1998 Washington anlaşmasıyla Irak Kürdistanı’nda KDP ve KYB arasında varılan uzlaşmaya benzer şekilde, bir ‘güç paylaşımı’ yoluyla gerçekleştirilmek isteniyor. Yani, Rojava’dan geriye kalan ‘Doğu Suriye Güvenlik Alanı’nın, ENKS ve TEV-DEM arasında askeri ve siyasi kontrol alanları üzerinden yeniden bölünmesi demek, sanırım yanlış olmaz. Bunun ABD’ye, ihtiyaç duyduğu Kürtlerle işbirliğini yönetmede önemli bir kolaylık sağlayacağına hiç şüphe yok. Zira bu kolaylığın en son 2017 referandum sürecinde Irak Kürdistanı’nda, ABD’ye nasıl bir hareket alanı sağladığı herkesin malumu.

Fakat Kürtlerin böylesi bir denklemden ne fayda göreceği meçhul. Zira Kürt siyasal alanında özellikle son on yılda meydana gelen değişim bir ‘güç paylaşımını’ değil, bir ‘güç birliği’ni zorunlu kılıyor. 30 Mayıs 2020 tarihinde Birikim haftalık sayfalarında da tartıştığım üzere, bugün Kürtler arası birlik yalnızca Kürt kimliği ve Kürdistan sosyolojisindeki değişimin ve dolayısıyla, bu değişimlere bağlı olarak tabanda yükselen bir talebin konusu değil; aynı zamanda, Kürt siyasal partilerinin içine düştüğü jeopolitik zorlukların da dayattığı bir gereklilik. Bu bağlamda, Kürtlerin Kürdistan coğrafyasını bir kez de kendi aralarındaki bir ‘güç paylaşım’ına konu etmek yerine ‘güç birliği’ yaptıkları bir ortaklık alanına dönüştürmeye ihtiyaçları var.

Bu ‘güç birliği’nin sağlanmasının koşulu ise, hiç kuşkusuz, en başta PKK ve KDP arasında bir uzlaşmaya varılmasıdır. Bu iki parti arasında uzun süredir yürüyen müzakerelerde bir uzlaşmaya varılmadığının en somut işareti ise, Zînê Wertê’de ortaya çıkan krizdir. Görülen o ki, müzakereleri tıkayan özellikle stratejik alanların ortak savunulması konusunda henüz bir anlaşma yok. Ancak, Rojava’da ABD baskısıyla da olsa hayata geçirilen Kürtlerarası birlik çalışmalarına da, her iki tarafın da çatışmayı göze alamadığı bir durumda, deyim yerindeyse, bir ‘emniyet supabı’ olarak destek veriliyor.

Sonuçta, bugün ENKS ve TEV-DEM’in bir araya gelerek ortaklaşa oluşturulan komiteler eliyle müzakereleri yürütmesi, tek başına bile önemli bir başlangıçtır. Şimdilik tarafları bir araya getiren temel motivasyonun da TEV-DEM açısından Suriye’de siyasi bir çözümün şekilleneceği Cenevre sürecine dahil olmak, ENKS açısından ise boşlukta asılı kalan varlığına siyasal bir zemin ve işlev kazandırmak olduğu anlaşılıyor. Fakat kurulan masanın görünmeyen bir tarafının, yani PKK’nin mevcut pozisyonunu koruyacağının bir garantisi yok. Bu bağlamda, KDP’nin ise Rojava’daki her türlü uzlaşmadan kazançlı çıkacağı ve dolayısıyla süreci akamete uğratacak bir adım atmayacağı düşünülebilir. Zira son on yıldır Rojava sahasında zaten bir gücü yoktu. Fakat PKK için durum farklı. 

Her şeyden önce, ortaya çıkan biçimiyle ‘Kürt birliği’ PKK’nin Rojava’da inşasına giriştiği ‘halkların birlikteliği’ hedefine dayalı yapının zeminini zayıflatıyor. Bugüne kadar Rojava yönetiminin başarılı bir model sayılmasının göstergesi kabul edilen Hıristiyan ve Arap grupların yerinin, bu yeni ‘Kürt birliği’ çerçevesinde ne olacağı belli değil; en azından şimdiye kadar kotarılan müzakerelerde bir taraf olmadıkları biliniyor. Diğer yandan, ‘Kürt birliği’ öne çıktığı ölçüde ‘Rojava’ Kürt ve Kürdistan nosyonuna yeniden kavuşurken, PKK’nin geniş bir yelpazede ayrıcalıklı rol oynamasına imkân veren ‘emanet’in iadesi sorunsuz gerçekleşebilecek mi, şüpheli.

Bu belirsizliklerin aşılmasında ise sanırım yine Abdullah Öcalan’ın oynayacağı rol kritik olacaktır. Ancak, Öcalan’ın rolü bağlamında, Rojava ölçeğinde iki özel durumun altını çizmekte fayda olabilir. Birincisi, ‘Apocu’ ve ‘PKK’li’ tanımlamaları çoğu zaman birbirinin yerine kullanılır ve 2000’li yıllara kadar bu ikili kullanım biçiminin sorunlu olduğu söylenemez. Fakat ‘Usta ve Önderlik’ başlıklı yazımda tartıştığım üzere, PKK ve Abdullah Öcalan ilişkisi son yirmi yılda kurumsal bir nitelik kazanarak farklılaştı. Bu haliyle, Öcalan’ın ‘Önderlik’ konumu tartışmasızdır. Ancak karar alma süreçlerindeki etkisi ‘Önderlik’in KCK yapısındaki yeriyle sınırlıdır. Ve Rojava kitlesini illa bu ikilik içinde tanımlamak gerekirse, ‘PKK’li’ yerine ‘Apocu’durlar’ demek yerinde olur. Nihayetinde, bu tanımlardan biri diğerini dışlamaz. Ama en özet biçimiyle, ‘PKK’li’ olmak hiyerarşik bir düzene içkin politik örgütlenmeyi, ‘Apoculuk’ ise Abdullah Öcalan’la özdeş lider kültü etrafında yatay bir politik mobilizasyonu ifade eder.

Bu farkın, Rojava bağlamında önemi Efrîn ve Serêkanîyê/Grê Spî bağlamında tartışılabilir.  Sonuçta, Rojava yönetiminin Kandil’e rağmen geri çekilme kararı almasında Abdullah Öcalan’ın doğrudan bir etkisi olduğunu söyleyecek bir bilgi yok elimizde. Ama sorumluluğu bu kadar ağır bir kararı SDG’nin tek başına aldığını düşünmek de zor. Dolayısıyla, Rojava Yönetimi’nin bu riski en azından ‘Apocu’ yanına dayanarak aldığı iddia edilebilir. Benzer bir biçimde, SDG Komutanı Mazlum Kobani’nin son iki yıldır PKK hiyerarşisi içinde alışık olunmayan bir biçimde öne çıkması da, ABD’nin her fırsatta dile getirdiği gibi ‘kendisine duyulan güven’den değil, ‘Apocu’ yanından kaynaklandığını söylemek mümkün.

Son tahlilde, bugün Rojava’da ‘Kürt birliği’ müzakereleri çerçevesinde kurulan masada ENKS’nin, arkasına aldığı KDP ile bir uyum sorunu yaşaması düşük bir ihtimal. Ancak TEV-DEM ve PKK ilişkisi bağlamında aynı şeyi söylemek kolay değil. Olası bir uyumsuzluk durumunda Abdullah Öcalan’ın devreye girip girmeyeceği ise her şeyden önce Türkiye’nin tutumuna bağlı. Ve Türkiye’nin bu konuda Kürtlerin hayrına hareket edeceğini düşünmek, herhalde naiflik olur. Dolayısıyla, Rojava’da hayata geçmekte olan bu kırılgan yeni dengenin bir çatışmaya dönüşmemesi için taraflardan birinin ‘bağrına taş basması’, bugünün koşullarında kaçınılmaz görünüyor. Ama Kürtlerin Türkiye siyasetinde gösterdiği bu fedakarlığı Suriye sahasında gösterip göstermeyeceğini kestirmek oldukça zor. 

Dipnot
[1] Cansu Çamlıbel, 26 Mayıs 2020 tarihinde Gazete Duvar’da kaleme aldığı yazısında, Pentagon Başmüfettişi Sean O’Donnell’ın Kongre’ye sunduğu 2020’nin ilk çeyreğini değerlendiren raporunda   ‘Özerk Yönetim’ yerine ‘Doğu Suriye Güvenlik Alanı’ ifadesinin kullanıldığına dikkat çekiyor.