Ekrem Malbat: Kürt Medreseleri Kürdistan'da Uzun Süre Birer Yerel Yönetim Merkezi Olarak İşlev Gördü
Röportaj / Ferhat Buğday

medrese

Ekrem Malbat Lisans eğitimini sosyoloji alanındı yüksek lisans eğitimini de Siyaset bilimi ve Uluslar arası ilişkiler alanında yaptı. Çalışma alanı “Kürtlerde Din-Kimlik İlişkisi” olan Malbat, daha önce çeşitli yayın ve Platformlarda Nakşibendilik, Halidilik, Nurculuk ve Medreseler üzerine çalışmaları yayınlandı. Ekrem Malbat'ın ayrıca 2019'a "Kürt Kadınları Teali Cemiyeti ve Nizamnamesi" adında bir kitabı yayınlandı.

 

Ferhat Buğday: Öncelikle Kürt İslamı tabiri ile başlayalım isterseniz. Kürt İslamı kavramından ne anlamak gerekir, son zamanlarda tedavüle giren “İslamcı Kürtler” tabiri doğru bir tanımlama mı?  Tarihçesi, aktörleri ve paradigmasına dair neler söylemek istersiniz?

Ekrem Malbat: Bu sorunun cevabı benim için pek de kolay değil aslında. İki sene önce Kürt Araştırmaları Dergisi için dindar Kürtler temalı bir dosyaya editörlük yapmıştım ve en zorlandığım nokta dosyanın ismi olmuştu. Neyse ki sonunda Kürt İslamı tabirinde karar kılmıştık. Bu yüzden sorunuzun cevabı olarak yapacağım tanımlamanın sınırları net olmayacaktır. Fakat yine de bu noktadaki tanımlamayı dikkatli yapmak gerekiyor; zira uzun bir aradan sonra “dindar Kürtler” tekrar politik bir aktör olarak sahneye çıkıyor.

Bana kalırsa her şeye rağmen dindar ya da muhafazakar Kürtler için “İslamcı” tanımlaması yapmak pek isabetli değil. Siyaset biliminde “İslamcı” tanımlamasının ilk ortaya çıkışını Mevdudi’ye Cemalettin Afgani’ye kadar götürebiliriz belki. Nihayetinde Afgani bile bu görüşü ölüm döşeğinde olan Osmanlı’yı kurtarmak için ortaya atmıştı. İttihat Terakki’den bugüne kadar İslamcılık ideolojisi milliyetçiliği tahkim etmek için kullanıldı. Özetle bugün Türkiye’de pratikteki İslamcılık, muktedir Müslüman’ın milliyetçilik ideolojisidir. Şunun da altını çizmeliyiz ki, Kürtlerde din, hiçbir zaman bu anlamda bir ideoloji olarak kullanılmadı. Milliyetçi dindar Kürtler bile dini referansları başkaları üzerinde bir tahakküm aracı olarak kullanmaktan ziyade kendi hukuklarını ifade etmek için kullanır.  Bu yüzden Kürtler özelinde “İslamcı” tabirinden ziyade “dindar Kürtler” ya da “muhafazakar Kürtler” tabirini kullanmayı daha isabetli buluyorum.  Özetle galiba İslamcı dediğimiz şey Kürtler için bir sosyolojik olguya tekabül ederken, Türkler özelinde bu kavram daha çok bir ideolojiye karşılık geliyor.

Kürt İslamı’nın aktörleri meselesine gelince ise yukarıda da değindiğim üzere Kürtlerde İslami anlayış Türklerdeki İslamcılık gibi daha ideolojik bir şekle bürünmediği için organik aktörlerinin olduğunu söylemek zor. Fakat yine de kurumsal açıdan Kürt medreselerini, kendilerine özgü olmaları hasebiyle Halidilik, Kadirilik kısmen Nurculuk ekollerini bir parça Kürt İslamı’nı şekillendiren aktörler olarak kabul edebiliriz.

Dünyanın ezilen uluslarının dini hareketleri bir ölçüde anti kolonyal bir paradigma üretirken, Kürt İslamı’nın bu konuda bir teori geliştirdiğini düşünüyor musunuz? Sözgelimi Latin Amerika’yla özdeşleşen ‘kurtuluş teolojisi’ gibi bir düşünsel üretimin çıkmamasını neye bağlıyorsunuz?

Dünyadaki bütün ezilen ulusların dini hareketlerinin hepsinin doğru tarafta olduğuna tam olarak ikna olmasam da genel anlamda dediğinize katılabilirim. Latin Amerika’daki hareketin, bir halk hareketi olması ve efendinin dini olarak görülen Katolik Hristiyanlığa bir itiraz geliştirmesi önemli. Hatta yoksul halkın zamanla yerelde kendi dini cemaatlerini kurup inançlarını biraz daha kendileştirmeleri son derece anlamlı bir itirazdı şüphesiz. Fakat bunun izdüşümünü Kürdistan’da aramak birkaç açıdan doğru bir beklenti olmayabilir bana kalırsa. Birincisi, Güney Amerika’daki kurtuluş teolojisi 1960’lı yıllarda oldu ve kendi içinde daha çok ekonomik eşitsizliğe dayalı bir itirazdı. İkincisi ise Kürtlerin içinde olduğu sosyo-demografik yapı, yani Kürt nüfusunun dağınık olması bu tarz kitlesel bir örgütlenmeye müsaade etmiyordu. Elbette bunun yanında bir de Kürtlerde liderlik probleminin altını çizmek gerekir. Bütün bunlarla birlikte projektörümüzü 19. yy Kürtlerine tutarsak bu konuda söyleyeceğimiz birkaç anlamlı şey olabilir.

Bu çerçevede Şeyh Ubeydullah ile başlayıp Şeyh Said’e kadar gelen süreçte Kürt orjinli bir kurtuluş teolojisi var aslında. Şeyh Ubeydullah lokasyon açısından iki büyük hükümran devlet olan İran ile Osmanlı’nın kesiştiği bir noktada, iki tarafa da itiraz edecek kadar altyapısal bir iktidar alanı oluşturmuştu. Şeyh Ubeydullah’ın hinterlantındaki medreseler İslam halifesi olan Osmanlı Padişahına açıkça itiraz ediyordu örneğin. Bunu aynı anda kendisine bağlı halifeler üzerinden yüzlerce medreseye ulaştırıyordu. Bu açıdan baktığımızda aslında Müslüman dünyasının iki kutbu olan İran ve Osmanlı arasında kendi idari yapısını kurması ve kendi ekolünü yaşattığı medrese ağı ile geliştirmesi aslında Güney Amerika’daki kurtuluş teolojisini andırmaktaydı. Fakat tabi ki bu itiraz Kürdistan’da o dönem yaygın olan Kadiri-Nakşi çekişmesi sebebiyle bütün Kürtleri kapsayan anti-kolonyal bir bariyere dönüşmedi.

Bu sorunun devamı olarak sizce Kürt dindarı kesimi tarihleri boyunca Kürt siyasi hareketinin neresinde durdular? Geçmişte durdukları yer ile günümüzde durdukları yer arasında ne gibi benzerlikler ve farklılıklar vardır. Artısı ve eksisi ile Kürt dindarları Kürt siyasi hareketine neler kattı?

Bu sorunun cevabına geçmeden önce “Kürt siyasi” hareketi tabirini kimlerden ve hangi süreçten itibaren başlattığımız önemli. Bu tarihsel arka plan uyarınca konuyu ele almak daha işlevsel olabilir sanıyorum.

Şu açık herhalde: Kürtlerin etnik kimlik itirazı esas itibari ile dindar Kürtler ile başladı. Hatta eğer Ahmedî Xanî’nin metinlerini esas alırsak batıdaki milliyetçilik akımlarından bile daha erken bir milliyetçilik metninin içinden konuştuğumuz açık. Fakat yine de Ahmedî Xanî’nin metinleri, mütehakkim dışsal otoritelere bir itirazdan ziyade, Kürtlerin kendi içinde yaşadığı probleme bir serzeniştir daha çok. Bir özgüven aşılama arayışıdır. Kendisi de aynı zamanda bir müderris olan Xanî’nin bu metinleri uzun yıllar Kürdistan medreselerinin ana metinlerinden biri oldu ve kendisinden sonraki bir çok Kürt siyasetçiyi etkiledi.

Fakat Kürt medreseleri uzun süre, Kadiri tarikatı gibi siyasete mesafeli münzevi ve postnişinliğin babadan oğula geçtiği bir tarikat geleneği ile yönetildiği için, Xanî’nin metinlerinin etkisi sınırlı oldu. 1800’lü yıllardan sonra Mevlana Xalid ile başlayan Nakşibendiliğin Halidilik versiyonu, süreci değiştirdi elbette. Halidiliğin daha aksiyoner olması, siyasete mesafeli durmaması ve en önemlisi de halifeler/müderrisleri Kadirilik’te olduğu gibi nüfuslu aşiretler ya da imtiyazlı ailelerden seçmek yerine, ilmi icazetini almış herhangi bir talebeden seçmesi son derece önemliydi ve bunlar Kürt medreseleri için önemli değişimlerdi. Ayrıca Mevlana Xalid’in 28 tane halifesinin tamamını Kürtlerden seçmesi de bu çerçevede dikkate alınması gereken bir noktadır. Halidilikteki bu yeni gelenek günümüzün klasik tabiri ile Kürt medreselerini daha çok millileştirdi. Kürt medreseleri bu hali ile uzun yıllar Kürt kültürel kimliğinin taşıyıcısı oldu ve kısmen bir Kürt organizasyonu gibi oldu diyebiliriz. Fakat ne yazık ki Mevlana Xalid hayatta olduğu sürece Xalidiliğin, Kürtler adına özellikle Osmanlıya karşı somut ve aktif bir siyasi duruşu olmadı. Bunun da sebebi Aslen Süleymaniye’li bir Kürt olan Mevlana Xalid’in tarikat eğitimini Hindistan’da Abdullah Dehlevi’den almasıydı. Mevlana Xalid, Hindistan’dan Kürdistan’a dönerken yanında getirmemesi gereken bir şey getirdi; o da İngiliz nefretiydi.  O yıllarda Hindistan’ın İngiliz sömürgesi olması ve oradaki Müslüman ulemasının sert İngiliz karşıtlığı, Mevlana Xalid eliyle Kürdistan’a taşınması, kendisini Osmanlı taraftarı yaptı. Osmanlılar, İngilizlerin, Hindistan’daki benzer politikalarını Kürdistan’da uyguladığı halde Mevlana Xalid bunu ya görmedi ya da görmemezlikten geldi. Zira Osmanlıyı, İngilizlere meydan okuyan, İslamın son kalesi olarak görüyordu. Bu ithal Osmanlı taraftarlığı Şeyh Ubeydullah’a kadar devam etti. Şeyh Ubeydullah’ın Osmanlı’nın Kürdistan’daki siyasetine itirazları ve nihayetinde başkaldırısı hem Kürt medreselerini bir parça politikleştirdi hem de Nehri ailesini Kürt siyasetinde ana aktörlerden biri yaptı. Medrese menşeili bu başkaldırı Şeyh Said’e kadar geldi. Bu sürece kadar medreseler etrafında organize olan Kürt dindarlar medrese eğitim sistemi ile bir taraftan Kürt okur-yazarlığını ve Kürt kültürel kimliğini korurken, diğer taraftan Kürtlerin organize olabilecekleri tek mekan olan medrese mekanlarının varlıklarını devam ettirdiler. Bu yüzden Kürt Medreseleri aslında bir bakıma uzun seneler Kürdistan’da birer yerel yönetim merkezi olarak işlev gördüler.

Medreselerin Kürtler arasındaki bu fonksiyonunu fark eden devlet 1924’te çıkardığı Tevhid-i Tedrisat kanunu ile medreseleri dolayısıyla Kürtlerin tek organize olabildikleri mekanları kapattı. Biliyorsunuz bir sene sonra da Şeyh Sait isyanı çıktı. Burada anti parantez bir not daha düşmek istiyorum. Şeyh Sait hareketi dini bir hareket miydi yoksa milli bir hareket miydi konusunu tartışırken bu noktaları dikkate almak gerekiyor. Biliyorsunuz Şeyh Sait’in itiraz ettiği şeylerden biri de medreselerin kapatılmasıydı, mesela siz eğer Kürt medreselerini elifba ve ilmihal dersi veren bir mekan olarak bilirseniz; o zaman Şeyh Sait hareketine de dini bir hareket dersiniz. Ama medreselerin Kürtler için tek organizasyon, istişare ve eğitim mekanı olduğunu fark edersek, o zaman Şeyh Sait’in hareketinin de neye itiraz ettiğini daha kolay anlarız.

Sonuç olarak devlet, Şeyh Sait hareketini dindar Kürtlerin siyasi kadrolarını yok etmek için bir fırsata dönüştürdü ve bunu yaptı. Yapılan idamların %90’ı medrese müderrislerinden oluşuyordu. Geride kalanlar da parçalara bölünerek sürgün edildi. Bu durum dindar Kürtlerin uzun süre sessiz kalmasına ve medreselerin de yerin altına çekilmesine sebep oldu. Bu durum medreseleri daha sessiz hale getirirken aynı zamanda daha da politikleştirdi. Nihayetinde en Komünist şairimiz Cegerxwîn bile medreselidir ve halk arasındaki adı “Seydayê Cegerxwîn”dir.

Fanon’un Hristiyanlığın sömürgeciliğe alet edilmesi iştahını eleştirmek için “beyaz kilise” metaforu üzerinden sert eleştiriler yaptığını biliyoruz. Kürt İslamı’na özgü selfkolonyal tutumlar üzerine neler söylenebilir? Bu manada Norşin-Adıyaman ekolünün devletçi elitlerle girdiği ilişkileri de düşündüğümüzde ne dersiniz?

Evet haklısınız, Dünya tarihinde sömürülen-sömürgeci ilişkisinde din hep ezilenler aleyhine kullanılmıştır. Her sömürgecinin edevat çantasında mutlaka bir kutsal kitap olmuştur, doğru. Fanon’un “beyaz kilise” metaforu bu manada isabetli bir tanımlama elbette.

Tam da bu noktada devletin Kürdistan’da “beyaz medreseleri” var mı diye sorulduğunda bunun cevabının Fanon’un verdiği cevap kadar kolay olmadığı da açık. Şöyle ki; devlet ile Kürt dindarı arasında farklı bir ilişkilenme stili var. Ne Osmanlıda ne de Cumhuriyette, devletin Kürtlere dini anlatma çabasının olmadığının altını çizmek gerek. Çünkü dini Kürtlerden daha iyi bilmiyorlardı ve hatta dinin temel inanışlarını Kürtlerden öğrendi. Bu sebeple Kürt toplumu içindeki dindarı ve dini otoriteleri kendine bağımlı hale getirme yolunu seçti. Bu siyaseti büyük oranda işe yaradı ve zamanla tam beyaz olmasa da gri tonda kendi medreselerini oluşturdu.

Müsaadenizle biraz geriye giderek bu konuyu izah etmekte fayda var. Kürt medreseleri nitelik açısından ilk darbeyi Kürt Mirliklerinin, Osmanlı tarafından tasfiye edilmesi ile aldı. Mirliklerin ortadan kaldırılması, medreselerin dolayısıyla müderrislerin iktisadi-politik kaynaklarını radikal bir şekilde kuruttu. Bu şekilde de ekonomik bağımsızlıklarını yitirdiler. Sonraki süreçte medresede okuyan talebeler ile eğitimci müderrisler vakitlerinin büyük bölümünü ihtiyaçları olan ratıp denilen yiyecekleri toplamakla geçiyordu. Bu durum hem medrese talebelerini hem de müderrisleri dilenci durumuna düşürdü ve aynı zamanda medreselerin eğitim kalitesini de etkiledi.  Bu durumun tek istisnası Şeyh Ubeydullah’ın başında olduğu Nehri koluna bağlı medreselerdir. Kendi kurduğu vergi sitemi ve aynı zamanda geniş bir alana sattığı Şemdinli tütünü ile ekonomik bağımsızlığını korudu ve nihayette buradan aldığı güç ile de isyan etti.

Fakat Hizan ve Norşin kolu bu sorununu birinci dünya savaşına kadar çözemedi. Devlet Kürt medreselerinin bu zayıf noktası üzerinde bir otorite kurdu. Mesela ilginçtir Halidiliğin Norşin kolunu kuran Şeyh Abdurrahman-i Taği (Seyda) ilk maaşını 1896’da alıyor. Vilayet hazinesinden kendisine her ay 500 kuruş veriliyor. Ne kendisinin ne de medresesinin hiçbir resmi statüsünün olmamasına rağmen hem de. Daha sonra bu maaşı oğlu Şeyh Ziyaedddin alıyor. İlaveten de 1915 sonrası sahipsiz kalan Ermeni toprakları büyük oranda Norşin medreselerinin zimmetine geçirildi. Aynı şekilde Şeyh Subğatullah Arvasi’nin oğlu Şeyh Celadettin döneminde çok fazla Ermeni mülküne el konuldu. Bunun yanında devletin verdiği büyük oranda vakıf arazileri de var. Ve maalesef bu noktadan oluşan iktisadi göbek bağı bugüne kadar geldi. Arvasi ailesinin akıbeti maalesef günümüzde ülkücülüğe kadar uzandı. Bu aile içerisinde Bediüzzaman Said-i Kurdi’nin talebesi olan Şefik Arvasi hariç (Şefik Arvasi Kürtlerin haklı mücadelesinin yanında durdu hep) ailenin diğer temsilcileri bugün tamamıyla devletçi bir çizgi üzerindeler.

Burada altını çizmeye çalıştığım nokta şu; bir eğitim kurumunun kendi ihtiyacını karşılayamama durumunun ne kadar hayati olduğu gerçeğidir. Unutmayalım ki para veren emir de verir, para alan emir de alır.

Mesela ilginçtir Bediüzzaman Seid-i Kurdi 1910’larda Van’da kurmayı planladığı Medreset-ü Zehra’dan bahsederken bu projeyi hayata geçirmekle bir amacım da “Kürt ulemasının istikbalini temin etmektir” diyor. Bu mesele hayati bir nokta. Eğer Kürtler kendi ulemasının ya da entelektüelinin istikbalini garanti altına almazsa, onu ihtiyaç ve zaruret içinde bırakırsa, bu durumda, kendi evinin içinde, beyaz kiliselerin inşa edilmesinin önüne geçemez.

Sorunun ana fikrine dönecek olursak, geçmişte kısmen Norşin’in günümüzde tamamen Menzil’in bugünkü hormonlu büyüklüğü tabi ki yukarıda bahsettiğimiz zamanında mülklendirme ilişkisi ile bağlantılı bir meseledir. Hal böyle olunca günün sonunda bırakın self-kolonyal bir tutumun gelişmesini, kendi toplumunun temel sorunlarından kendini soyutlamış yapılara dönüşmesi mukadder olacaktır.

Ana akım Kürt siyasi hareketi son dönemde kendi düşünsel skalasını genişletip, modern grup ve fikirlerle irtibatını tahkim ediyor, farklı etnik kimlik ve cinsel kimlikleri de içerisine alarak genişlemeye çabalayan yeni bir siyaset üretiyor. Sizce Kürt İslamcıları bu durumu nasıl karşılıyor, Kürt siyasetinin seküler biçimlerini nasıl okuyor?

Bir siyasi hareketin farklı grup ve farklı siyasal ideolojiler ile temasının olması normal bir durum; normal olmayan bu tali fikir ya da grupların zamanla, senin ortaya çıkardığın asıl gündemini ikincil hale getirmesidir. Kürt siyasi hareketinin bu noktada bence asıl eksikliği, bu temasları kurarken kendi sosyolojik tabanını yeterince dikkate almamasıdır. Mesela başka bir toplumda olan bir sorunu olduğu gibi kendi toplumunda da varmış gibi tahayyül edip, bütün enerjisini, bütün organizasyon kabiliyetini buraya harcaması, çabayı sonuçsuz bırakabilir. Kürt hareketi yıllarca neredeyse hiçbir fabrikanın olmadığı Kürdistan’da işçi hakları sloganını attı. Halbuki bu sorun sanayi toplumlarının sorunuydu. Mesela Dr. Qasimlo “biz sermayenin olmadığı Kürdistan’da yıllarca sermaye düşmanlığı yaptık” diyor. Örneğin çokça dillendirilen ekolojik toplum ısrarını ele alalım.  Kürt toplumu halen daha ekmek pişirmek için yakıt olarak tezek kullanan bir toplum. Bundan daha ekolojik bir toplum var mı? Bence tartışılır.

Yanlış anlaşılmak istemem. Bu sorun alanlarında elbette problemlerimiz yok demiyorum, problem var ama bu problem ekolojik değil, politik bir problem. Muğla’daki bir orman yangını ile Şırnak’taki bir orman yangınının ortaya çıkış sebebi aynı olabilir ama Muğla’daki yangın uçak müdahalesiyle söndürülürken, Şırnak’taki sivil insanların bile müdahalesine izin verilmiyorsa bu ekolojik bir sorun değil politik bir sorundur. Çözüm de daha çok çevreci olmak ile değil, yapılan ayrımcılığa karşı net siyasi bir tavır göstermek ile çözülebilir. Kürt siyasetinin aynı şekilde toplumsal cinsiyet konularında yaşanan sorunlara yaklaşımı da çoğu zaman kendi sosyolojisini yok sayan bir güzergahta ilerliyor.

Bu manada eğer bir sorun varsa, bu sorun tabi ki konuşulur ve mağduriyetler giderilir ama bunu toplumda kabul görmeyen taklidi slogan ya da afişler ile ele almak taban ile tavan arasında hendeklerin açılmasına yol açar.

Özellikle Kürt muhafazakar kesim bu konularda kendi hassasiyetlerinin dikkate alınmadığını gördüğünde mesafe koyuyor. Halbuki (Hizbullah çevresi gibi “protez dindarlık” yapan kesimi saymazsak) genel anlamda Kürtlerdeki dindarlık, diyaloğa ve meşverete açık bir karaktere sahiptir. Ezcümle 1960 sonrası dönemde çok zor şartlar altında olmasına rağmen medrese çevresindeki dindar sınıf büyük oranda Kürt siyasi hareketinin yanında durdular.    

Bugün Kürt İslamcıları arasında bir birinden çok farklı temsilliyete sahip cemaatler ve hareketler mevcut. Sizin de şahsen yakın olduğunuz Zehra grubunu da işin içine katıp sorarsak, sizce bu dini hareketler Kürt siyasetinin neresinde bulunuyor? Kürt halkı için özgürlükçü bir söylem ve paradigmaları mevcut mudur?

Aslında arkamıza yaslanıp biraz geriye gittiğimizde Kürtler arasında cemaat ve tarikat açısından pek fazla grup yok. Uzun yıllar Kadirilik sonra Mevlana Xalid ile beraber Nakşilik yaygınlaştı. O yüzden Kürtler arasındaki dini grupların menşei genel olarak bu iki hareketten çıktı. Fakat 1900’lü yılların başında Kürdistan’da erken yaşta dikkatleri üstüne çeken ve kısa sürede meşhur olan yeni bir aktör sahaya çıktı. Bu aktör Bediüzzaman Said-i Kurdi daha sonraki adı ile Said Nursi idi. Nursi’nin zamanla yeni bir dini grup olarak anılmayı hak edecek kadar hem sosyal hem de siyasal alanda özgün yorumları vardı.

Fakat Bediüzzaman’ı asıl önemli kılan nokta, erken yaştan itibaren Kürtlerin kimlik sorunu ile yakından ilgilenmesi ve bu noktada çözüm için tehlikeli girişimlerde bulunmasıydı. Fakat bu tarafı özellikle Türk takipçileri tarafından özenle tahrif edilince, bir kısım Kürt Nurcular buna karşı durdu ve ana akım Nurculuktan ayrıldı. Özetle Zehra ve Med-Zehra grubunun hikayesi böyle başladı. Bu yüzden aslında Zehra çevresi double inkara maruz kaldı.  Devletin Kürt kimliğine olan inkarının yanında, bizzat Nurcuların da kendilerini “bölücü” olarak itham edip, hedef göstermesi kendileri için zorlu bir sürece sebebiyet verdi. En nihayetinde Zehra Vakfı’nın kurucusu İzzettin Yıldırım, devletin işaret etmesi ve Hizbullah’ın öldürmesi ile büyük bedel ödedi.

Zehra grubunu, Kürt sorunu konusunda önemli kılan şey aslında fikri anlamda beslendikleri Bediüzzaman’dan aldıkları mirastır. Bediüzzamanın en önemli farkı, en somut anlamda, en erken zamanda Kürt meselesini teşhis etmiş kişi olmasıdır. Kürtlerin anadilde eğitim alması gerektiği, Kürtlerin kısa sürede pozitif bilimlerin de okutulacağı modern eğitim kurumlarını kurmaları gerektiği, milli bir orduya sahip olmaları gerektiği gibi konuları hem Kürtlere anlattı hem de Osmanlı devletinin sorumlu olduğu noktalarda devlete anlattı. Ayrıca bunları sadece nasihat formatında değil, bunları metinler haline getirip formülize etti.

Bu politik mirası devralan Zehra grubu, kurulduğu yıldan beri onlarca zorluğa rağmen bu mirası sahiplenip yaşatmaya çalıştı. Kurduğu yayın evi olan Nubihar ile 30 yıldan fazladır Kürt kültürel mirasını koruyup tanıtıyor. Şahsi fikirsel sermayeme de çok katkısı olan Zehra grubu, politik hırsları olmayan bir grup olduğu için pek görünmez; bu yüzden Kürtler arasında hak ettiği derecede tanınmıyor.

Ana akım Kürt siyasetinin neresinde duruyor kısmına gelecek olursak, diğer gruplara yukarıdaki cevaplarda bir parça değindik ama Zehra grubu için konuşacak olursak, yukarıda değindiğim gibi zaten uzun yıllardır bu meseleyi temel gündemlerinden biri olarak gördükleri için, sonradan gelişen bir hareketin dahilinde ya da haricinde olma gibi bir pozisyonları yok. Bir fikir hareketi olması ve bu sorunun çözümü noktasında güçlü fikri yaklaşımlarının olması, kendilerini ana aktörlerden biri yapıyor. Meseleyi ideolojik bir mesele olarak değil, bir halkın temel hak ve hürriyeti meselesi olarak görüyor. Fakat yine de bu kadar sağlam bir fikri bagaja sahip olmasına rağmen bana göre Zehra grubu yapabileceği entelektüel üretimi beklenildiği derece yapmadı ya da yapamadı.

Yekîtî arayışlarının gündeminin içinden bir soruyla devam edelim isterseniz. Sizce Kürt İslamcılarını ve sekülerlerini ortak bir noktada buluşturup siyaset üretecek bir zemin var mıdır? Varsa bunların koşulları ve şartları nelerdir? Yoksa bunun var olması için ne yapmalı?

Kuşkusuz var. Fakat iki tarafın da ortak bir politik çizgiye gelerek yapabileceği bir şeydir bu. Bugün itibariyle HDP çevresi dediğimiz ana akım Kürt siyaseti, Türk solunun ideolojik hegemonyasından kendini kurtarıp, Kürtlerin ulusal taleplerini birinci gündem haline getirebilirse; buna mukabil muhafazakar Kürt kesimi de Türk İslamcılığının  duygusal sümürü aparatı olan “ümmet” söyleminden kendini kurtarabilirse, ortak bir zemin yakalanmış olacaktır.

Burada ilk adımı kim atmalı derseniz; bana göre, Kürt sol mahallesi atmalı ilk adımı. Zira Kürt solu kendi dindarını uzun süre hor gördü, ötekileştirdi. Hatta hatırlarsanız Şivan Perver gibi bir sanatçı bile 80’lerin başında “Şeyhlerin kellesini vuracağız” diye kilam yaptı. Bu derece ideolojik sekterliğe gerek var mıydı? Neyse ki 2010’lu yıllarda Kürt siyaseti kendi içinde bu konularda olumlu adımlar attı ve bu adımlar ciddi karşılık buldu. Örneğin sivil cumalar dönemini bu manada anabiliriz.

Fakat daha sonra Türkiyelileşme sürecinde kantarın ayarı tekrar kaçtı. Kürt siyasi aktörlerinin muhalefet etmeyi, inkarcı devletin bizzat kendisine değil de salt mevcut iktidara karşı konumlandırması ve Kürt siyasetinin tekrar Türk solu ile tekrar takip mesafesini korumadan yakınlaşması süreci olumsuz etkiledi.

Kürt solu ile Türk solunun yakınlaşmasında Kürtler lehine bir sonuç çıkması noktasında neden bu kadar umutsuzsunuz?

Hayır büsbütün umutsuz değilim, siyaseten gerektiği noktalarda beraber hareket de  edilebilir. Siyaset dediğimiz şey zaten ilişkisel anlamda esnek olmalı. Fakat Kürt solu ile Türk solu arasında daha derin bir doku uyuşmazlığı var. Mesela Türk solu Kemalist’tir. Bana göre sorunun çıktığı nokta da burası. Çünkü Kemalizm özünde sağ bir ideolojidir ve eşitsizliği bir sorun olarak görmez. Bir diğer önemli nokta da Kemalizm, Türk solu üzerinden Kürt toplumunu bölüyor. Kemalist Cumhuriyet kurulduğunda Kürt solu yoktu, Kürtlerin siyasi elitleri dindar Kürtlerdi ve yeni rejimde öteki olmanın bütün bedelini bunlar ödedi. Asılma, sürgün, medreselerin kapatılması. Bu yüzden haklı olarak Kürt muhafazakar mahallede bir Kemalizm travması var ve bu travma bugün Kürtleri siyasal İslamcılığın kucağına itiyor. Özetle Kemalist Türk solunun Kürt solu ile teması, Kürtlerin muhafazakar kesimini kendi solundan uzaklaştırıyor. Bu noktada Kürt siyasi aktörlerin, siyasette ortak hareket etme ile ideolojileri sahiplenmeyi birbirine karıştırmamaları lazım. Son seçimde Kürt seçmeninin bu noktaya itirazının dumanının hala tüttüğünü görelim.

Size uzmanlık alanınız olan Said Nursi üzerine de son bir soru sormak istiyorum. Sizce Said Nursi geçmişte Kürt halkı için neler söyledi, neleri doğru ve yanlış tespit etti. Onun zamanında söylediği şeyleri bugünün ışığında nasıl değerlendirirsiniz? Sizce onun geçmişte söylediklerini günümüze uyarlarsak zamanın ruhunu okuma ve anlama açısından bize ne gibi etkileri olabilir?

Bu konu çok mırıldanılan ama az konuşulan bir konu. Fakat şunu çok rahat söyleyebilirim ki Kürtler özellikle siyasi aktörler ısrarla Said-i Kurdi’ye öteki muamelesi yapıyorlar. Kendisi hakkında birincil kaynaklardan araştırma ve okuma yapmıyorlar. Bugün Filipinler’de bile Bediüzzaman’ın tanınırlığı Kürdistan’dakinden daha ileride. Bu noktadaki sorunun bana sorarsanız birinci dereceden sorumlusu başta onu iyi bilenler, daha sonradan da onu kendi metinlerinden okuma için zahmet etmeyenler. Kimler onu iyi tanıyor derseniz yukarıda ismini zikrettiğim Zehra ve Med-Zehra gibi Kürt Nurcu grupları. Buna kendimi de dahil ederek söylüyorum.

Bundan yüz yıl önce Said-i Kurdi’nin Kürtlerin sorunlarını tespit ve tedavi etmek için gezdiği köy sayısı, yazdığı makale sayısı, dahil olduğu Kürt cemiyetlerinin sayısı bugünkü Kürt Nurcularının yaptıklarından fazladır.

Daha da önemlisi Kürt Nurcular halen daha Kurdi’nin doğru dürüst bir biyografisini dahi yazmış değillerdir. Bugün Bediüzzaman ile ilgili yazılan ya da yapılan çalışmaların yüzde doksanı ya devletçi Nurcuların yaptığı mehdileştirme propagandasından ya da Kemalist yazarların yazdığı gerici ve Kürtçü ithamlarından oluşuyor. Özetle Kürt Nurcular, bugün Said-i Kurdi’nin kim olduğunu ve ne yaptığı ile ilgili bilgi eksikliği ve kirliliğinin birinci dereceden mesulüdürler.

Kurdi’nin ne yaptığı konusuna gelirsek, Said-i Kurdi kısa sürede çok fazla maceranın içine giren birisi. Genç yaşlarda medreseler üzerinden Kürdistan’ın bir çok yerini dolaşıyor ve Kürtler ile ilgili çok temel eksiklikler tespit ediyor. Bu eksiklikleri kendi ifadesi ile fakirlik, cehalet ve milli birliğin olmaması şeklinde özetliyor. Örneğin Kürt medreselerindeki eğitim sisteminde pozitif bilimlerin okutulmaması, Kürtleri modern bilimlerden mahrum bıraktığını ve bu durumun da onları komşu milletlerden geri bıraktığını söylüyor. Çözüm olarak da merkezi Van’da olan dini ilimlerin yanında Fizik, Kimya, Biyoloji, Matematik gibi pozitif bilimlerin de okutulacağı Medresetül Zehra isminde bir üniversite projesi hazırlıyor. Kurdi’ye göre bu projenin olmazsa olmaz taraflarından birisi de eğitimin mutlaka Kürtlerin ana dili olan Kürtçe ile verilmesidir. Hatta o dönemde bir çocuğun ana dilinde eğitim almasının neden gerekli olduğunu açıklayan bir makale dahi kaleme alıyor.

Israrla üzerinde durduğu ikinci nokta ise Kürtler arasında olması gereken birliğin yokluğudur. Bediüzzaman bunun sebebinin Kürtler’de millet olma bilincinin zayıf olmasına bağlıyor ve aylarca aşiretler arasında gezerek millet olmanın bir ulus gibi hareket etmenin önemini anlatıyor. 1909’da altı ay Kürt aşiretlerinin içinde dolaşıyor ve akabinde aşiret liderini Van’da toplayarak onlara Meşrutiyeti, Medeniyeti ve Hürriyeti anlatıyor. Said-i Kurdi’nin Münazarat adlı eseri bu süreci anlatır. Kurdi bu mücadeleyi sadece Kürdistan’da vermiyor. Meşrutiyetin ilan edildiği yıllarda İstanbul’a geliyor ve aktif olarak Kürt lobisinin içinde yer alıyor. Kürt Teavün ve Terakki, Kürt Neşri Maarif, Kürt Teali gibi cemiyetlerin kuruluşlarında yer alıyor. Dokuz farklı gazete ve dergide günlük siyasi metinler yayınlıyor. Şu anda burada detaylarına giremeyeceğim sayısız girişimi oluyor Kürtler için. Osmanlının Kürdistan’daki politikalarını sert bir dille eleştiriyor. O günkü idarenin bilinçli bir şekilde Kürtleri cehaletle yok etmek istediğini bizzat Sultan Abdulhamid’e hitaben söylüyor. Tabi ki taleplerine verilen cevap önce hapishane sonra da itibarsızlaştırmak için akıl hastanesine göndermek oluyor. Deli deyip içeri attıkları Said-i Kurdi’ye içerideyken, bizzat Sultan tarafından kendisine susması karşılığında rüşvet vermeyi de ihmal etmiyorlar. O da “kendim için gelmedim; milletim için geldim” diyor ve kabul etmiyor. Aynı zamanda dönemin aktif muhalif cephesi olan İttihat Terakki ile de yakınlaşması var fakat daha sonra cemiyetin milliyetçi Turancı bir siyaset takip etmesi onlar ile yolunu ayırmaya sebep oluyor.

Said-i Kürdi İstanbul'da Kürt cemiyetleri içide iken o dönemdeki bazı Kürt aktör ve entellektüeller ile de sorunlar yaşıyor. Özellikle Kürt cemiyetlerinin için Bedirhani ve Nehri gibi ailelerin kendi aralarındaki rekabetin Kürtlere verdiği zararı dile getiriyor ve buna itirazlarda bulunuyor. Sanırım cevap olarak kendisine "yeterince Kürt olmadığı" noktasında bir ittiham geliyor olacakki o da Nutuk adlı eserinde şu ifadeler ile cevap cevap veiryor: "ben ferdi hareket etmeyi, ihtilafı, kendini beğenmişliği, halkı kendisi için çalıştırmayı, ağalık meylini, aldatma ve aldanmadan oluşmuş yapay Kürtlükten istifa ediyorum. Sadakatin, cesaretin ve diyanetin sembolü olan Kürtlük ile iftiğar ediyorum" diyor. Görüldüğü gibi Kürdi de Kürtlükten bir noktada istifa etmiş ama ilgisizlikten gelen bir istifa değil gerçek yapay Kürtlükten istifa.

Özetle Said-i Kurdi bugün Kürtler tarafından hiçbir önyargı olmadan kendi metinlerinden detaylıca okunması ihtiyacı var. Bu adil ve ayrıntılı okumadan sonra Kürtler Bediüzzaman’ı artıları ve eksikleri ile tartışabilir ve değerlendirebilirler.