Mihemed Şarman ile Söyleşi: “Kürt Edebiyatından Kürtlüğü Çıkarırsak Geriye Ne Kalır?”
Röportaj / Ferhat Buğday

122431

Mihemed Şarman’ı, Kürt edebiyatının özgün kalemlerinden biri olarak biliyoruz. Şarman’ın nesneler üzerine, hayatın minimal görüntüleri üzerine sıkça kafa yoran bir tarzı var. Kürt edebiyatının müdavimleri onu Avesta Yayınlarından çıkan Kêmber, Bermayiyên Demê, Pirça Winda isimli eserlerinden tanıyor. Halen güncel konular başta olmak üzere, edebiyat, sanat, mekan ve kitaplar üzerine yazılar yazıyor. Kendisi ile edebiyat ve edebiyata dokunan meseleler üzerine keyifli ve verimli bir sohbet yaptık. 

Roman üzerine bir metinde Kundera, özellikle Komünist Rusya’da romanların artık varlığı fethetmediğinden şikâyet ediyordu. Bu romanların daha önce söylenmiş olanları doğrulamak dışında bir niteliğe sahip olmadığından yakınıyordu. Kürt varlığının hemen her gün değişik tahakküm teknikleri ile yeniden fethedildiği bu zamanlarda Kürt edebiyatının günümüzdeki halini nasıl görüyorsunuz?Kundera’nın göz kırptığı “varoluşsal sancı”yı,” Kürtlük sancısı”nın dışında estetikleştirmek ne derece mümkün?

Kundera’nın, biz Kürt edebiyatçılarının her zaman kendisinden hayati şeyler öğrenebileceğimiz, birçok meseleyi ele alış şeklinden feyz alabileceğimiz bir yazar olduğuna şüphe yok. Hala yaşıyor ve onunla aynı zamanda yaşıyor olmak beni mutlu ediyor. Kundera, sadece bahsettiğiniz sancıları değil, ötesine de işaret eder. Sözgelimi tarihin yakıcı politik meselelerini işlerken; romandaki karakterinin, yekreng, estetikten yoksun Sovyet donu giymesinden utanıp sevgilisiyle buluşmaya gitmemesini romanın merkezine koyar. Ona bakılırsa eğer bir politik ortamda faşizm sorunu varsa, bireyi en az onun kadar kötürüm bırakan bir don sorunu da var. İkisini birbirinden ayrı ele almaz, iç içe ele alır ve bunun harika bir sentezini yapıp, insan olma hali içinde de eritir. Evet, dediğin doğru, biz her gün yeni bir şekilde son derece sofistike yöntemlerle saldırı altındayız, varlığımız bir başkasının fetih bakiyesine armağan ediliyor. Ama gel gör ki insan olmaktan mütevellit diğer meselelerimiz, ‘biz biraz beride duralım şunlar çözülsün’ demiyor, iyi ki de demiyor. Şehirlerimiz başımıza yakılıp, yıkılırken attığı tivitin alacağı beğeni için telefonunu arada bir kontrol edip, hatta beğeni atanların profilini başka niyetlerle inceleyen sonra tekrar şehirden yükselen dumana bakıp kederlenen Kürtler vardır. Bu kişiler hain değildir, gerçektir; doğaldır ve yazılmaya, bu şekilde yazılmaya değerdir. Hepimiz bir yerde varoluşsal sancılarımızın toplamı değil miyiz? Hem Kürtlük sancısını, varoluşsal sızılarımızın dışında düşünmek ne kadar mümkün?

Sizi genelde Kürt edebiyatında yazdığınız eserlerden tanıyoruz. İlaveten sanat, estetik, nesneler, dünyadaki anlam kaybı vb. konularda deneme ve makaleleriniz de var. Bunlardan birinde Kürt edebiyatındaki estetik ve evrensel meselelere değinmektesiniz. Bıraktığınız yerden doğrudan soralım: Kürt edebiyatından konu olarak Kürtlüğü çıkartırsanız, sizce geriye ne kalır? Ve bu neden önemli?

Uzun cevap hakkımı bu soruda kullanmak istiyorum, müsaadenizle. Bir yazımda Kürtçe yazılmış edebi eserlerin, kısa yoldan estetik değerini ölçmeye, bazı temel sorunlara dikkat çekmeye yönelik önerdiğim biraz da kışkırtıcı bir teklifti bu, kabul ediyorum. Eserlerden Kürtlüğü çıkarma teklifim, bir yöntem olma iddiasından çok; meselenin bam teline dokunma telaşımla ilgiliydi yani. Yoksa elimizde böylesi bir estetiği ölçme barometresi yok; şayet olsaydı, isim önerim Nabokovmatik ya da Borgesmetre olurdu, şüphesiz.

Kürt edebiyatı kendi gelişim ve tekâmül yasalarından mahrum her edebiyat gibi, ulusal ve politik meselelerinin canını çıkardığı her ulusta olduğu gibi, konu ağırlıklı bir edebiyat olagelmiştir malum. Halbuki en basitinden, en spesifik haline değin, edebi metinlerde, ne yazıldığı kadar nasıl yazıldığı önemli bir kıstas olmuştur. Hatta Perec’in başını çektiği Olympia gibi kimi edebi akımlar, bir eserin nasıl yazılacağını, yani biçim meselesini içerikten daha öne çekmişlerdir.

Bir eserin iki temel parametresinden biri konuysa diğeri de biçimdir. Biçimden kastım burada, birtakım yazma oyunları, ya da kurgu numaraları değil elbet. Biçim elbette yazının odağındadır, odağında kalmalıdır -kendinden başka şeylere yüksekten bakabilmeli-. Sözgelimi muhteva, anlattığı şeye, kapsadığı ana dairken; biçim, muhtevanın kristalize olmuş halidir. Yani yoğundur çünkü içinde geçmiş anların ve geleceğin devinimlerini barındırır. Biçim kehanet sahibidir ve bilgedir.

Biçim, muhtevanın -içeriğin- söyleyebildiğini vehmettiği şeyi söylememiş gibi yaparak (söylemediğini sanarak) söyler. Yani içerik sırrını biçime söyler, biçim sırrını saklamak için form alır, tam bu noktada her şeyi aşikâr eder, tabi ki herkese değil, biçimin ustalarına. Misal, bir elbisenin fiyatı, kumaşı değil, elbiseyi taşıma biçimi bir insana dair çok şey söyler. Kıyafet görünendir, şimdidir, en çok anı betimler, ama kıyafeti taşıma şekli -biçim- çocukluğu kadar iner geçmişi, şimdiyi, geleceği dertop edip şık bir hareket içinde sunar.

Böyle bakarsak meseleye, biçimi, bir dönemin, bir durumun, zamanın ruhunun, bir ulusun, cemaatin yıllar süren yaşam bakiyesinden damıtılmış bu minval üzerine işlenen, ruhsal bakiyesinin şekil bulmuş hali olarak ele alabiliriz. Koca bir anlatının bir seste, bir ünlemde, bir jestte, ele avuca gelmez bir halede vücut bulmuş şeklidir biraz. Annelerimizin, nenelerimizin jestlerine baktığımızda, utanma, ağlama, haykırış, çaresizlik hallerinde jestlerini izlediğimizde, çok bariz, çok karakteristik ve oldukça açıklayıcı bir biçim görebiliriz mesela. Bir başka örnek vermek gerekirse iyi kotarılmış bir dengbêj şarkısına, girişe, uzatmalara, duraklamalara, aksırma ve öksürmelere kadar sesinin icrasına kulak kesilince onda kristalize olmuş Kürt yazgısını, onun kendine çizdiği yatağı görebiliriz. Böylesi iyi bir strandan, Kürt coğrafyasının tüm siyasi ve fiziki haritasını çıkarabiliriz. Yani biçim, uzun sürmüş hallerin sarkıt dikitleridir. Ruhsal coğrafyanın, zamanın ruhunun yeryüzü şekilleridir. Kıymeti kendinden menkul olduğundan içeriğin (konunun) tüm cevherlerini görülebilir kılmaya muktedirdir.

Kürt yazını da siyasi tarihine, güncel yahut diğer meselelerin yakıcılığına güvenerek, konu olarak seçtiği şeyin, ideolojik etki gücüne hatta acıtma ve ağlatma averajına bel bağlayarak biçimi, işlenişi dahası estetiği ihmal etmiştir bir nebze, belki bir dönem etmek zorunda kalmıştır. Bu işin birinci izahı.

İkinci meseleyse konu, muhteva seçiminde kendimize çizdiğimiz dar sınırılardır. Madem biz insan olmakla insanlığın tüm halleriyle hemhaliz, tüm benliklerimizin sorun ve düşlerini bu payda da paylaşıyorsak, etnik kimlik bizim birçok kimlik ve sıfatımızdan yalnızca biri olarak kabul edilmeli. Kürt olma ve Kürtlük dışında tonlarca dert, arzu, neşe, düşümüz, düş kırıklıklarımız var. Sanat, edebiyat kısa süreli değil, uzun menzilli bir uğraştır, onun zaman kavramı bizim belirli gün ve aylarımızdan çok daha derin ve kapsamlıdır. Meselesi dünyaya fırlatılmış olmakla başlar, işin içinde varoluş var, ölüm var, yok olma ve ödipal meseleler var. Yani insanı, kimlikler kadar sınırlayan, belirleyen onlarca başka mesele var. Tüm bu şahsi görünen meseleler, ki bence asıl bunlar kolektif meselelerdir, Kürt meselesinin işlenişinin yanında güdük kalmıştır biraz. Üstelik salt politik bir meseleyi, politik bir çerçevede ele almak da insanlığı sığ, bayağı genel geçer bir yazgıya mahkûm etmektir kanımca. Kürt meselesini çıkarınca geriye ne kalırdan kastım da bu minvalde şeylerdi.

Kürtler de sevişir, aldatır, asgari ücret haberlerini merakla bekler.

Kürt edebiyatının odağı genelde ulusal sorunla bağlantılı meseleler çerçevesinde ele alındığını söyleyebiliriz. Siz değişik vesilelerle buna mesafe koyan birisiniz okuduğum kadarıyla. Kürt edebiyatının varoluşsal insani sancıları es geçtiğini düşünüyor musunuz? Bununla tam olarak ne kast ettiğinizi açıklar mısınız?

Sorunun cevabının büyük bir kısmına yukarıda değindik çok şükür. Varoluşsal meseleden kasıt bir varlık olarak (insan formu) insanı anlama, anlamlandırma uğraşıdır. Dünyaya bu formda gelmişsek bu formun tüm ilişki ve iletişimi, tüm düş ve düş kırıkları, tüm arzu ve çıkmazları bizi bağlar. Edebiyat, sanat bizim tek bir benlik sunumumuzu alıp işleyebilir ama orada tüm genel hikâyeyi ihmal etmemeli, bizim için özel ve öznel hikâyeler(misal kürtlük, bir arazi kavgası, faili meçhul bir cinayet, vb) en genel hikâyemizle hayati bağları korunarak betimlendiği takdirde iyi eserlerin üretilebileceği kanısındayım. Yoksa sabit, indirgemeci bir Kürtlük tanımı bir tür süper güçlerin yahut bir mağduriyet programının yüklendiği verili bir Kürtlük avatarından öteye gidemez. Bir Kürdün de ölüm kaygısı vardır (burada doğal ölüm kaygısı diyelim bari), evrensel melankolisi, ezeli ve ebedi yalnızlığı, bitmek bileyen daüssılası, büyük serüvenci tarafı (yolculuğa yazgısı) aylaklık tutkusu var. Ya da Kürtler de sevişir, aldatır, ilginçtir sadece Berivanları değil; pirsingli, dövmeli sevgilileri de vardır. Yani rafine zevkleri, gayet sapkın tutkuları da olabilir, elbette var. Yine asgari ücret haberini merak eden milyonlarca Kürt var, çocuğunun telefonla internetle geçirdiği vakti sorun eden, bununla baş edemeyen Kürtler (ebeveynler) de var, tatile gitme arzusu, gidememe stresi yaşayan Kürtler… Meramı anlatabildiğimi düşünüyorum. Yaşamın tüm mikro hallerinden bahsediyorum. Demem o ki bunlar da yazılmalı, daha çok yazılmalı. Hiç ilginç değil ama bunu en çok Kürt, Kürde yakıştırmıyor. Bir dostum benim Rilke’yi meşhur bir Kürt şairinden daha kendime yakın hissetmemi bana yakıştıramıyor, konduramıyordu. Kürt politik bir hayvan değil velhasıl.

Sizin edebî metinlerinize baktığımda, sanki tüm amacınız içinizde kendi varoluşsallığınızı yaratma çabası içerisindesiniz. Eğer bu çabayı göstermezseniz, nihilist bir boşlukta yitip gidecekmiş gibi duruyorsunuz, sizi doğru mu anlıyorum buradan bakarsam? Öykülerinizdeki karakterleri bu manada nereye oturtursunuz?

Malarme “ben hiçlikten döndüm ve yazmaya başladım” mealinde bir şey söyler. Sanırım öteden beri bir sıla hissi şeklinde, hep içimde olan şeyin, hiçlik karşısında duyduğum ama dile ve kelimeye gelmesi uzun süren bir hal olduğunu fark ettim. Esasta fani varlıklar olduğumuzu zaman karşısında hiç olduğumuzu düşünüyorum, yaşamın da buraya yapılan bir dolgu, yaşam biçiminin de bu dolgu seçiminden ibaret olduğunu.  Bu dolguyu bildiğim, bilmeye çalıştığım bir şeyle, edebiyatla yapmaya çalışıyorum. Tarkovski sanatın en temel başkaldırı biçimini olduğunu söyler; sanırım onun hangi minvalde bu sözü söylediğini anlıyor ve buna katılıyorum. Evet, elimden alınsa yitip gider miyim bilmiyorum ama her hâlükârda yitip gideceğiz,  belki o zaman edebiyat olmasa içimdeki büyük yolcu mitinin peşinde gitmek yani bir aylaklık paklardı beni.

Bunu yeni kuşak ve eski kuşak farkı olarak olumlamayı reddediyorum. Böyle yapanları ya da bu tıynette olanları hakir görüyor ve bundan zevk alıyorum.

Yazdığınız metinlerde nesne ile sıkı ve derinlikli bir ilişki kuruyorsunuz gördüğüm kadarıyla. Peki, siz Kürt edebiyatının nesne ile ilişkisini nasıl görüyorsunuz? Minimal  olanı yeniden keşfetmenin anlamı nedir? Yazılı Kürt edebiyatının tarihini düşündüğümüzde bu minimal meselelerle ilgilenen başka kimse var mıdır?

Nesne ve mekân benim son on yılda muhatap olmaktan en çok mutlu olduğum şeylerdir. Onlara karşı duyarlılığın öteden beri içimde varolduğunu biliyorum. Baharın karlar eridiğinde geçen sonbahardan kalma bir ayakkabı teki, yahut bir oyuncak, benim için kış uykusundan uyanmış, yazın tüm hatıra ve anılarını taşıyan bir canlı hükmündeydi. Ne büyük bir sevinçti onları görmek, artık onu kullanmak için değil, ona kendi başına bir varlık muamelesi yapabilmek, yaşamı sevme şekillerimden biriydi. Bu nesne ve mekân hissiyatını dile getirme süreci kendini geç keşfetme konusunda süper imkânlara sahip bir coğrafyada biraz geç oldu. Bu yüzden benim ilk edebi eserlerimde yeterince yer bulmadı. Nesne, mekan, yaşamın küçük hallerinde dair Lefebvre, Elias, Benjamin, Barthes, Berger, Tanpınar, Proust gibi sevdiğim sanatçıların okumalarıyla yeniden bakmaya çalışıyorum. Onları öyle sabit cansız şeyler olarak görmedim hiç; onlara bakarken onların da bana baktığını düşündüm hep. Ben onlara bir şeyler söylerken onların da bana söyleyecek şeylerinin olduğunu biliyorum. Nesne ve mekanların yüzeylerinde biriktirdiği tüm bakışların, bir yok oluş hüznü gibi okumayı seviyorum. Hikâyeleri, onlara bir hafıza verdiğini onların da hatırladığını düşünüyorum.

İnsanın eşyayla münasebetinin bu kadar bozulduğu, aldığı şeyi bir an önce değiştirme üzerine tükettiği bir zamanda yaşıyoruz. Bunu yeni kuşak ve eski kuşak farkı olarak olumlamayı reddediyorum. Böyle yapanları ya da bu tıynette olanları hakir görüyor ve bundan zevk alıyorum. Nesneleri başkaları için değil, daha çok kendim için, kendileri için alıyor, biriktiriyor, okuyor ve yazıyorum. Nesnelerin düş gördüğüne inanıyorum misal, gece sessizliğinde ses verdiklerini biliriz onların. Bu ve buna benzer tüm “batıl inançlarımı” kat’i bilimsel, teknik gelişmelerin hiçbiriyle değiştirmem. Nesneler, edebiyatın ateş böcekleridir, özenle bakmayı bilmeyenler göremez, belki zifiri karanlığı estetikleştirmeyi bilenler, fark edebilir ancak. İki yıldır “Kürtler ve Şeyler” adlı bir nesneler kitabı üzerine çalışıyorum. Dosyadan bir iki yazıyı (Vitrin, Zeytun) dergimizde (Kürd Araştırmaları Dergisi) yayınladım, umarım uzun sürmez, bir an önce, kendime yazdığım kitaba kavuşurum. Bu güzel ve özel soru için de teşekkür ederim; konu, nesne ve mekân olunca böyle lafazan oluyorum, bağışlayın.

Biraz da Türk edebiyatından soralım. Yıllar önce Kürt bir milletvekilin magazin unsuru olması ile ilgili yazdığınız bir yazıda, Türk medyasının Kürt Temsiliyeti üzerinden yaptığı kolonyal yoruma eleştiri getirmiştiniz. Sizce bu hususu edebiyat açısından ele alırsak Türk edebiyatında, Kürt temsilinin nasıl bir anlamı var ve bunu post-kolonyal bir yapısökümden geçirirsek süreci nasıl değerlendirirsiniz?

Bu konuyla ilgili kimi müstakil çalışmalar yapıldı, konuyu özetlemek bile çok uzun sürecek.  Dikkati başka bir yere çekmek istiyorum.  Türk edebiyatında Kürt temsili, Türklerin Kürtlere ya da ötekine bakışındaki vasatın, sığlığın ötesine geçmemiştir, elbette istisnalar mevcut.  İşin başka bir veçhesine bakalım; acaba Türk, Türk’ü ne kadar tanıyor, biliyor? Türk, Türk için oluşturulmuş tarihi kurguyla, hakikatten uzak, Türk imgesinin ne kadar dışına çıkabilmiş?  Türk edebiyatında ya da sinemasında Türk temsili ne kadar derin, sahici ve olgun ki, bir de öteki temsilinden medet umalım. Bu birinci safha başarıyla geçilmemişse, ötekine dair makul ve insani bir algı ve bakış beklemek safdillik olacaktır. Kendimizi, aidiyetlerimizi teşhis ederek bir başkasını anlayabiliriz ancak. Temsiliyetin asgari gereği olan merak, bir başkasını bilme, anlama çabası, serüvenci duygusu, keşfetme hazzı, insani bir meziyetin bu topraklarda çok düşük düzeyde olduğu kanısındayım. Bu sadece Türkler için değil hepimiz için geçerli. Bu asgari şartlar sağlanmadıkça ortaya çıkacak ürünler, söylemler de sığ, yavan, vulger olmaya mahkûmdur. 

Sizce kolonyalizm, post-kolonyalizm, oryantalizm ve sömürgecilik konuları Kürt cenahında teorik düzlemde bu kadar tartışılırken, edebi açıdan bu konulara yeterli düzeyde ilgi gösterilmemesinin nedenleri nelerdir? Size göre günümüz Kürt edebiyatı, Kürtlerdeki son on yıllık teorik arayışının neresine denk düşüyor?

Kürt cenahında yeterince tartışıldığı kanaatini paylaşmıyorum maalesef. Bu tartışmaların kimi diğerkâm, Kürt gençlerin, bazı yazar ve aydınların şahsi çabalarının bir yankısı. Yoksa Kürt siyasetinde böyle bir şey olmadığı gibi, böyle bir ihtiyacın çoktan hâsıl olduğundan da haberdar değiller. Bu meseleler daha çok sosyal medyada, bu çok hayati teorinin asli kaynaklarını iyi okumaktan, çok öfkeli çıkışların alt metinlerinde görülüyor.  Ama bu gelişme bile sevindirici. Bu mesele daha çok konuşulabilir, bu konuda müstakil eserler verilebilir, tema çerçevesinde kürsüler, bölümler, atölyeler kurulabilir. Ben bundan umutluyum zeki, meraklı, bilmeye değer veren, her etkiye karşı ürperecek duyarlıkta, Kürt gençlerin bu bakiyeye taşıyacağı her şey uzun vadede bizim için değişim, dönüşümün anahtarı olacaktır. Kürt edebiyatına gelirsek tek cümleyle bildiğim ve izlediğim kadarıyla henüz çok az yer bulmuş durumda. Kürt edebiyatı şu sıra bir arayıştan çok, bir kavrayış edebiyatı görüntüsü veriyor. Bunun üzerinde düşünmeye değer.

Türkler, Türkleri tanımıyor, bilmiyor!

Kürt edebiyatındaki Kürt temsili ile Türk edebiyatında Kürt temsili arasında bir benzerlik var mıdır? Kürt edebiyatını başka bir ulusun edebiyatı ile kıyas yaparsanız, bizim muadilimiz hangi edebiyat olabilir?

Bunu cevaplayacak kadar konuya hâkim miyim bilemiyorum. Ama benzer yaklaşımların olduğunu hem bazı eserlerde hem bazı filmlerde görmek çok şaşırtıcı. Temsil ortalama eserlerde ötekinin aydınlatılması, hümanist bir perspektiften, asabi bir kimlikten koparılıp makbul vatandaş derekesine getirmek üzerinde işleniyor. İlginçtir bol ödüllü bir Kürt yönetmenin Ceylan Önkol üzerine çektiği kısa filmde egemenin bakışı yeniden üretilmişti. Filmdeki Kürt baba, kızını okula göndermeyen  “cahil”  Türk, aydınlatıcı bir figür olarak çizilmişti. Uzak bir örnek olsa da başka bir film geliyor aklıma. Uzun metrajlı bu Kürtçe filmde devletin paramiliter işkencecilerden biri Kürt kızına âşık olur. Öte yandan bu kişi aynı zamanda kızın siyasi tutuklu abisinin de işkencecisidir. Bir gün bu işkenceci sevgilisi, Kürt kızıyla, Kürtçe bir şarkı dinlerken durumu öğrenir; üstelik şarkıdan da çok etkilenmiştir. Bu haber ve şarkıyla, büyük bir pişmanlık, sert bir değişim yaşar. Düşmanı, dahası insanın içindeki örgütlü kötülüğü, bu derece sığ anlatan insana, ötekine, kendine bu kadar yabancı olan çok az sahne görmüşümdür. Gerçekçi bir temsilin olmamasının bir takım sebepleri var. Yazar mesafesini koruyamama gibi, her karakterin ağzından kendi sözünü söyleme arzusu gibi. Buna sebep olan şeyler ilginç bir araştırma konusu olabilir. Misal ben de ilk eserlerimde bu hataya sıkça düştüm.

Burada bir Kürt şair tarafından yazılmış bir romanı hatırladım şimdi. Romandaki ana karakter anakronizmin dibine vuruyordu, çağlar öncesinde dünyamıza inen bir uzaylı gibi tüm geçmiş ve gelecek zamanların bilgisini yüklenmiş bir söylemle arzı endam eyliyordu. Bir ideal kahraman, bir kurtarıcı yaratma refleksi var; hem siyasetimizde, hem edebiyatımızda, bazı açılardan anlaşır bir durum.  Ama Kürt edebiyatında böylesi yemeyen, içmeyen, sevişmeyen, ideal kahraman yaratmak, eseri gerçeklikten, sağlıklı temsil etmeden uzaklaştırıyor haliyle. Bazen biz sadece geleceği değil, yazdıklarımızla geçmişi de değiştirmek, restore etme ihtiyacı içine gireriz. Bu psikolojik açıdan anlaşılır bir durumdur ama edebi açıdan maalesef eseri sakatlayan bir şeydir. Yani özcesi, temsiliyetler benzer olduğu gibi Kürt temsiliyetleri sahicilikten çok uzak düşebiliyor kimi zaman.

Sizin eserlerinizdeki karakterlere baktığımızda Kürt temsiliyetine dair neler söylemek istersiniz? Seçtiğiniz karakterler genelde şehre sonradan gelmiş, şehri hem ulusal hem de sınıfsal bağlamda fethetme telaşı gösteren karakterler var.  Kürt edebiyatının şehirli karakterlerine dair ne söylemek istersiniz?

Kendi eserlerimi değerlendirmek ne kadar uygun olur bilemedim şimdi. Ben de ortalama edebiyatımızın kusurlarını taşıyan şeyler yazmışımdır. Ama ilk öyküden son öyküye kadar bir insanın dışarıdaki personası kadar, gece düşlerini, düş kırıklıklarını yani kendisiyle baş başa kaldığında zihninden ve yüreğinden neler geçtiğini bilmek, yazmak çabasında oldum. Benim eserlerimde kasaba ve şehirde geleneksel ve öfkeli bir backgroundla gelen modernizm ve geçmiş arasında kalan bireyin çıkmaz hallerine dair nüveler vardır. Sanırım bu konuda konuşmayı beceremeyeceğim.

Ama bir ara Kürtçe müzik üzerine metroda samanlık hikâyeleri anlatıyorlar diyerek, beste ve güfte arasındaki mesafeye dikkat çektiğim noktadan şunu söyleyebilirim. Sanırım biz daha şehirli karakterler yaratmakta istenilen noktada değiliz. Evet, konu şehirde, mekân şehirde geçiyor ama repertuvar köy oluyor çoğunlukla. Kendi modernizmini yaratma konusunda büyük handikapları olan bir toplum için de, bir yere kadar normal ama artık baktığımızda ne gördüğümüzü yazmak yerine, görmek istediğimizi yazmaktan vazgeçelim. Vazgeçince bu süreç hızla atlatılmış olacaktır.  

Dünya edebiyatı kavramı hakkında da sormak isterim. Siz bu kavrama nasıl bakıyorsunuz? Goethe’den başlatılan bu tartışmaların, Kürt edebiyatına bakan yönleri nedir? Kürt edebiyatı, dünya edebiyatının neresinde?

“Gittikçe daha iyi görüyorum ki; şiir, insanlığın evrensel ortak malıdır, her yerde ve her zaman binlercesi, yüzlerce insan tarafından ortaya konulur…Bu nedenle yabancı ulusların neler yaptığını incelemekten hoşlanırım, herkese de bunu yapmasını öneririm. Şimdilerde ulusal edebiyat sözü pek fazla bir şey ifade etmiyor, dünya edebiyatı çağı yakındır ve bu çağın gelişini hızlandırmak için de herkes kendine düşeni yapmalı.” Tarih 1827, büyük şair Goethe, bir Dünya edebiyatı ihtiyacını bu görkemli öngörüyle ilan ediyordu.

Onun Dünya Edebiyatı kavramını, Antik Yunan anlatısından, Shaskespeare’e kadar birçok yazarı, kendi evinin ahalisi, arayışının yoldaşı olarak görüp, dünyada bulunma halinin bir başka yansıması olarak, okuma çabası olarak anlamalıyız.  İnsanlık tarihinin bir tek insanda okunabileceği söylenir, o halde dünya edebiyatı, tüm insanlığın bir insan zihninde vücut bulma dileğidir. Goethe’nin bu saikle bir teklif sunarken, küresel edebiyatçıların yaptığı gibi, diğer ulusların edebiyatının içine etnik bir safari düzenlemek, yahut kibirli bir bakışla, onları tropik bir meyve gibi tatma derdinde olduğunu sanmıyorum. Alman patatesi ile Fransız domatesi arasında nitelik farkı görmüyordu esasında. İnsanı derinden kavrayacak, bütünlüklü bir anlam arayışı ve bunu dile gelmesinden bahsediyordu herhalde. Tabii o zaman bayağı ilerde olan Fransız edebiyatına bakıp Goethe’nin yaveri ve muhteşem biyografisinin yazarı Eckerman’a Fransız edebiyatı karşısındaki yaşadığı kaldığı yılgınlığını da kaydetmek lazım. Onun “Shaskespeare bize gümüş tabakalarda altın elmalar sunar, onun oyunlarını okuyarak gümüş tabaklar edinmiş oluruz ama maalesef onun içine koyacak sadece patatesimiz var “ sözlerini o gün için de haksız bir yorum olarak görüyorum. Faust’a konu olacak yerel söylence vardı, Werther gibi etkiye açık insanlarla çağdaştı, Franz Schubert tarafından bir kez daha ölümsüzleştirilen Erlkönig söylencesi, Alman folklorunda mevcuttu.  Bunları vizyonu geniş bir yazar tarafından, evrensel bir ölçekte biçimlemeyi bekliyordu, Goethe bunu yaptı ve muvaffak oldu. Bugün dijital çağda dünya ister istemez her şeyde ortak, eşitsiz ama yine ortak ve birbirimizden her an haberdarız. Elma muadiline karşılık tabağa hiç çekinmeden soğanı(mızı) koyabilmeliyiz. Sahip olduğumuz yerellik kaygısını vizyon sahibi cesur çabalarla alt edebiliriz.

Esasında sorun bu değil sorun nur topu gibi Küresel edebiyat sorunudur. Küresel edebiyat ile Dünya edebiyatı arasındaki yarığı her fırsatta açmalıyız; açmalıyız ki, Dünya edebiyatı dediğimiz şeyin, dünyanın geri kalan kısmına karşı sahici bir anlama çabası olduğu anlaşılsın. Ben de biraz katkı sunayım izninle. Biri (Dünya edebiyatı) insanın ve evrenin derinine yolculuk yapmayı hedeflerken; diğeri vasatın ortaklığını vurgular. Biri keşfetmeyi, diğeri tüketmeyi; biri niteliği, diğeri niceliği; yani çok-satarlığı hedefler. Biri yaratmaya, diğeri yutmaya yazgılıdır. Küresel edebiyat, pastörize edilmiş bir edebiyattır; her kesimden, her seviyede insanı hedeflerken, kalite ve derinlikten yolunmuş bir kuşa dönmüştür. Zaman tahayyülü dar ve kısıtlıdır, hatta günceldir, konu borsasında en yüksek poliçeye oynar. Şimdilerde mültecilik, cinsiyet meselesi gibi. Hülasa dünya edebiyatı, dünyanın kelamını hamleder, küresel edebiyat ise bir aparattır, küreselleşmenin aparatı. Dünyanın acil sorunların duyarlığı üzerinden prim kazanmaya çalışır; bunu yaparken, sanata, edebiyata acil servis muamelesi yapar. Hâsılı işin esasıyla değil; ismi ve getirisiyle ilgilidir.

Kabul edelim ki, Kürt edebiyatı kendini geliştirecek birçok imkândan yoksun. Bu negatif durum, iştirakçilerini kısa vadede mecalsiz bırakabilir. Bundan yazar olarak yılgınlığa kapılabiliriz tabi ama unutmamalıyız ki; insan ve Kürt olarak varız, bu yeter potansiyeldir. Tabii kendi balkonundan dünyaya bakmak yerine daha geniş bir çerçeveye talip olmak gerek. Şehrimizin, kasabamızın okuyucularının teveccühünü yeter kıstas olarak görmek yerine, o çok sevdiğimiz edebiyatın bakiyesine göre pozisyon almak gerek. Evet, bir ufuksuzluk ve vizyonsuzluk meselemiz olduğu, beyhude ve ceviz kabuğunu doldurmayacak meseleleri tartışmaktan esasa gelemediğimiz aşikar. Bu durumu mazeretlerle geçiştirmeyelim diyorum. Bir tıkla dünyanın her yerine ulaşabilecekken, bizden önceki ulusların edebiyat serüvenini elimizin altındayken, dünya ölçeğinde bir edebiyat üretmemenin bahanesinin ulusal sorunlar olduğuna inanmıyorum. En azından bu noktadan sonra bunu rafa kaldırıyorum kendi adıma. İsteyen bunları üzerine almasın lütfen, kendime sizin aracılığınızla yüksek sesle söylediğim şeyler olarak kabul buyurun.

Türk edebiyatı ile Türkçe edebiyat arasında gündemi meşgul eden bir tartışma var. Bu tartışma bizim ulusal edebiyatımız hakkında bir anlam ifade eder mi? Bir başka ifadeyle Kürt edebiyatı, Kürtçe edebiyat ayrımlarına gitmenin bir karşılığı olabilir mi?

Hazır sahici edebiyat, yüksek estetik vurgusu yapmışken böylesi sığ bir tartışmaya ne olumlu ne olumsuz katkıda bulunmaktan, eskilerin o afili deyişiyle kendimi men ediyorum. Soruyu hakir ya da hatalı gördüğümden değil, yahut etrafında kopartılan fırtınadan habersiz olduğumdan değil, sorunun, sorudan bağımsız bizi çekmeye çalıştığı edebi seviyenin düşüklüğünden endişe ediyorum. Tek bir cümleyle cevap vermek gerekirse, benim için iyi edebiyat kötü edebiyat vardır; gerisi teferruattır.