Fırat Aydınkaya ile Söyleşi: Kürt Okumuşları Kürt Okumuşlarının Kurdudur!
Röportaj / Ferhat Buğday

6475e-hoybun-cemiyeti-c3bcyeleri

Ferhat Buğday: İsterseniz ilk sorumuza Sartre'ın meşhur makalesinin başlığı ile başlayalım, sizin için ''Aydın Kimdir?'' Gramsci'nin deyimiyle de “Aydın” kavramının “en geniş” sınırları nedir ya da gerçekten bir sınırdan bahsedebilir miyiz?

Fırat Aydınkaya: İzninle bu kışkırtıcı konuşmanın düşünsel alanını daraltarak gidelim. Bu sohbetin teorik ruhunu, ezilenlerin bilgiyle, bilgilenenle kurduğu üretim ile sınırlayalım istersen. Hatta pergeli daha da daraltalım ve Cesaire’in dediği üzere batı medeniyetinin çözmekte aciz kaldığı iki unsur olan “sömürülen ve proleterya”nın bilgi ve bilgilenen ile giriştiği döngüsel sınır hatları üzerine konuşalım.

Ezilen dünyasına ait olan Aydın meselesinin başlangıç konumunu anlamlandırmak için konuya Dostoyevski ile başlamak iyi bir fikir olabilir sanıyorum. Stepançikovo Köyü romanı nedense diğer romanlarının gölgesinde kaldığı için pek bilinmez; hele romanın ele avuca sığmayan hınzır karakteri Foma Fomiç’i çoğumuz duymamıştır bile. Oysa Foma karakterinin romana giriş sebebi bana kalırsa bütün zamanlar içinde aydın prototipinin başlangıç temsilini gösteren “en destansı sahne” özelliğine sahiptir. Hani konağın ihtiyarı yaşlanıp gözleri iyi görmemeye başladığında gazete ve kitapları okuyamaz hale gelir de, yaşlımıza kitap ve gazeteleri yüksek sesle okuması için, ısmarlama bir şekilde romana bir karakter siparişi yapılır ya. İşte bu haliyle Foma, gözlüğün yerine ikame olunandır, yürüyen bir gözlük olarak çıkar karşımıza. Böylelikle yaşlı aristokratın görmeyen gözlerinin ışığıdır, tamamlayıcısıdır, ama en nihayetinde de bir gözlük çerçevesidir o. Kim bilir belki de katarakt ameliyatı olsaydı yaşlı aristokratımız, o zaman Foma’ya gerek bile duyulmayabilirdi. Tamamen insani bir ihtiyaçtan hikayeye dahil olan Foma, bütün romanı domine eder, köylülerle alay eder, uşağa bir sürü aşağılama seansına konu olacak şekilde Fransızca öğretmeyi kafasına koyar ve nihayet bir şekilde ev sahibinin annesinin otoritesinden faydalanarak evin yönetimini ele geçirir. Ama mütehakkim ağzını her açtığında ise aydınlanmanın maneviyatından bahsederdi, iyilik gibi, güzellik gibi.

Ezilen evrenindeki aydının başlangıç konumu tam da budur. Hikayeye tepeden dahil olmuştur, bir mecburiyet siparişidir, gerekli ama eksik bir uzvun temsilidir, gözlüktür, nihayet mütemmim cüzdür. Nitekim siyah Dostoyevski olarak görebileceğimiz Achebe’nin de benzer bir kurgunun içinden konuşması ilgi çekici.“Tanrının Oku” romanında bilge baba Ezeulu, oğlu Oduche’yi beyazların okuluna gönderir ama onun tabiriyle bir “gözcü” olarak; beyaz hükümranları tanımak, ondaki gizemi öğrenmek ve elbette müteyakkız kalmak için. Ezilenin tahayyülündeki ana akım aydın konumu çoğu zaman bir görme biçimine karşılık gelir, bazen gözlük, bazen gözcü, hatta bazen de bizzat göz olarak. 

Yani Aydın sömüren ve sömürülen ilişkisinde bir sömürgeye yukarıdan dahil olan, sömürgenin kendisine ait olanı aşağılamasına neden olan bir aygıt mıdır?

Bir ölçüde evet; sömüren, sömürülen ilişkisinin mahsulatıdır aydın. Nitekim kabul edelim ki ezilenin dünyasına tepeden dahil olan beyazın gelmesiyle iş şirazesinden çıkmıştır. Bu yeni durum her şeyden önce “görülmek” sonra da “anlaşılmak” durumundadır. Geleneksel bilgi üretimleri sadre şifa olmadığında, sömürülenin bilgisi bizzat sömürülen tarafından aşağılandığında, o zaman bir “bulanık görme hissi” kendisini gösterir. Tıpkı Ngugi’nin “Aradaki Nehir” romanındaki din adamı Mugo örneğindeki gibi. Mugo bir büyücüdür, kavmin öz-bilgisinin sahibidir, sadece şimdiye değil, geleceğe de hükmeden bir bilim ehlidir. Bir an gelip kavmine sömürgeciliği önceden haber verme babında şunu diyecektir: “gün gelecek ve kelebekler gibi kıyafetler giyen bir halk gelecek”. Büyücü sahip olduğu bilgiyi kardeşleriyle paylaşır, ama kardeşleri bu bilgileri aşağılayıp bunu alay konusu yapar. Bu sahne tam da bize şunu gösterir: sömürülenin bilgisi çürümeye yüz tutmuştur ve artık parodi konusudur. Öyle ki sırtların halkı artık bilgi üstadı kahini red etmiştir. Nihayet günü geldiğinde beyazlar, kelebekler misali ülkeyi ele geçirdiğinde iş işten geçmiş olacak ve işte o zaman ezilen ailelerin bilge büyükleri, yeni bilgi/n/ler talep edecek; beyazlarla baş edebilmek, özgür olmak ve beyazları kovmak için.

Şu çok açık ki ezilenin yeni ya da el değmemiş bilgi/n ihtiyacını karşılayan şey hayret duygusudur. Nasıl oluyor da bizden olmayanların atlarının ayaklarının altında çiğneniyoruz şeklindeki hayret duygusu aydın konumunun sıfırıncı noktasıdır. Ezilen dünyadaki sömürülenin hayret duygusu, aydın konumunun temelidir.

Bu bahsettiğinizin aydın konumu genel literatürdeki aydın kavramsallaştırmalarının dışında görünüyor. Literatürdeki Aydın kişi her şeyden önce bir öncüdür ve öncü olduğu kadar, toplumun kendisini de bu seviyeye getirmek için seferber olmaktadır. Ne dersiniz?

Evet, haklısın literatür başka bir şeyden bahsediyor. Literatürdeki en genel anlamıyla bilgi ile irtibat kuran, irtibat kurduğu bilgiyi “göğsünde yumuşatıp”, halkın menfaatine kullanandır Aydın. Mekanik bir usul ile söylersek eğer, herkesin ulaşamayacağı bir bilgiye erişebilen, bununla şarj olma yeteneği gösteren, sonrasında ise bilgiye ulaşamayanlara yani toplumun ekserisine yordam olan, toplumu bitamam şarj edemese de halkını iyiye ve doğruya götüren olarak tasvir edilir. Bazen bir trafo, ama çoğunlukla el feneri olarak görülür. El feneri gibi mobil ve modüler olması önemli, Gramsci’ye selam olsun, aydını organik yapan onun el feneri olma özelliğidir. Gramsci ezilenin kendi el fenerini yaratmasını dilerken, Sartre aydın olabilmenin yolunun ezilene giden yolda saklı olduğunu salık vermiştir. Buna karşın Althusser aydın vasfının devrimci pedagojiyle kazanılabilecek bir şey olduğuna dikkatimizi çekmişti.

Peki Aydın kavramına getirmiş olduğunuz tüm bu tanımları göz önüne alırsak, Aydın kişi için bir ‘peygamber’ rolünden bahsedebilir miyiz?

Benzer yönleri çok elbette. Her ne kadar özenle görmezden gelsek bile, aydın kavramının mitolojisi bizi tastamam kutsal kitaplardaki peygamber konumuna götürür. Bir tür “ey örtüsüne bürünen! Kalk ve uyar” terkibi. Bu kıyasın şatafatlı olduğu kadar talihsiz olduğunun da altını çizelim ama. Zira bu kıyas, aydını hem hasta kılar hem idam sehpasına götürme riski taşır. Ne var ki peygamberlerin aksine aydın seçilmiş kişi değildir, müjdelenen de değildir ve nihayet kurtarıcı hiç değildir. Ama buna rağmen tam da bütün bu mitolojiyi kuşanmış gibi bir kombine bürünür çoğu zaman. Babalar ve Oğullar’daki Bazarov’u hatırlayalım mesela. Bazarov’un başka türlü bir okuması, bizi Bazarov’un kendisini Musa, yoldaşı Kirsanov’u ise Harun olarak konumlanışına götürür. Roman boyunca aydınlanmanın ışığıyla Bazarov başı dönmüş bir nihilist edası takınır, put-kıran tartışmalara girer, yıkımın dağarcığıyla konuşur. Ne var ki peygamberin tam aksine Rus ezilen köylüsüyle alaysı bir aşağılama diliyle konuşurken, tıpkı yine peygamber gibi Rus aristokrasisine düello teklifinde bulunup kafa tutmaktan da geri kalmaz. Nitekim bu nihilist peygamberin ölümü de peygambercedir, erkendir, temellük ettiği pozitif bilginin güç getiremediği bir illetten muzdarip olarak son nefesini vermiştir. Kurtarıcı olarak öne sürdüğü pozitif bilim, onu dahi kurtaramamıştır.

Genel literatürdeki aydın kategorisinin hastalıklarının bütün semptomlarını ezilen aydın kategorisinde de görebiliriz hiç şüphesiz. Bazarov dışında daha stereotipleştirilmiş karakterler de vardır nitekim. Bunun bariz örneği Ngugi’nin Aradaki Nehir romanındaki Waiyaki karakteridir. Babasının ona “ayağa kalk, misyona git. Beyaz adamın bütün bilgeliğini ve bütün sırlarını öğren” dediği şey tam da yukarıda andığım aydın mitolojisine/patolojisine harikulade bir örnek. Waiyaki de eğitimin özgürleştireceğine, kurtaracağına sonsuz derecede iman eden bir okumuş’tur. Ne var ki günün sonunda kurtarıcı eğitmen Waiyaki dahi kurtarıcıya muhtaç hale düşmüştür.

Peki ya Kürt okumuşları? Şüphe yok ki, sadece edebi eserlerde değil, gerçek hayatta da bir çoğumuz kendisini seçilmiş kişi, kurtarıcı ve müjdelenen olarak görüyor. Patlayan araba lastiğimizi dahi tek başımıza değiştiremiyorken, kendimizi Mesih olarak görmek bir çocukluk hastalığıdır pek tabi ki.

O zaman Aydın olmanın en büyük düsturlarından birinin, bilginin toplum çıkarına uygun şekilde inşa edilmesi ve bunu herkesin ulaşacağı bir zemine taşınmasıdır diyebilir miyiz?

Evet, elbette. Eğer bir yerde aydın varsa, aydınlanan da vardır. Bu eşitsiz hiyerarşideki döngünün hemen her zaman ikincisinin aleyhinde işlediği biliniyor. Ezilen anlatıda eşitsizliğin manevi yükü bütünüyle bilgiye/bilgisizliğe ya da bilime yüklenmiştir. Beyazda olan, ama bizde olmayan tek ama ihtişamlı fark olarak bilgi görülür çoğu zaman. Bu sebeple beyaz beyaz olduğu için değil, bizim bilmediğimiz bir gizeme, yani bilgiye sahip olduğu için güçlüdür. Öyleyse ezilenin çocukları, beyazın uhdesinde bulunan bu güce erişmeli, bize onun ışığını getirmeli ve bu şekilde eşit ve özgür olmalıyız.

Bu bağlamıyla ister istemez bilgiye erişen kişi, düştüğü yerden kalkmasını bilen olarak resmedilir. Ayağa kalkan, ayağa kaldırmalıdır.  Öyleyse şanslı bir konumdan bahsediyoruz, ortalama toplumun sahip olamayacağı aşkın bilgiye erişim sağlaması onu ayrıcalıklı kılıyor. Ama burada duramayız, bilgiyle temas eden herkes aydın sayılmamıştır. Bundan dolayı bilgi ile irtibat yetmez, temellük ettiği bu bilgiyi toplumun ya da halkının menfaatine kullanmalı. Gurnah ya da Naipaul romanlarında olduğu gibi ezilen halka ait olması gereken bilgi, şahsi ikballerin mezesi yapılmamalı.

Bilgiye ulaşmak sadece Aydın vasfına erişmek için yeterli midir sizce? Yoksa bu bilginin işlenme biçimi, topluma sunulma biçimi ve toplumsal fayda biçimi Aydın olma rolünün farklılığını ortaya koyar mı?

 Öncelikle bu genel aydın tanımı artık işe yarar mı hiç emin değilim. Eğer aydının temel hasleti, bilgi ile temas ise unutmayalım ki dönem akıllı telefon dönemi. Bilgi bir tık kadar yakınımızda. Biraz geçmişe gidelim, bilgi daha önceki tarihlerde aylarca hayvan sırtında yol gittikten sonra ulaşılabilen bir şeydi. Gazali ile eşkıya reisi arasındaki kitap yüklü eşeğe el koyma meselesini hatırlayalım mesela, Gazali örneğinde olduğu gibi kitaplarını geri almak için eşkıya reisine yalvaracak maddi şartlar kalmadı. Şimdilerde google ve dijital devrim bilgiyi her an ayağımıza sermiş durumda. Eğer bilgiyi depolayana aydın diyeceksek, gigabaytı yüksek olan telefonlardan daha aydın kimse yoktur. Eğer durum buysa öyleyse bilgi ile temas artık aydının vasfı değil. Herkes bilgili olduğu için değil, bilgi ayağımıza geldiği için. Şu durumda sorulacak soru şudur: ayağımıza gelen bilgiyle ne yapacağız? Bu bilgiye nasıl yaklaşacağız, bilgiyi ne için kullanacağız?

Hep söylendiği üzere bilgi güç ise, bu güç artık dijital devrim sayesinde herkeste fazlasıyla var. Bir ölçüde bilgi gücünün demokratize olduğu, eşitlendiği istisnai dönemleri yaşıyoruz. Ama öbür yandan post-truth diye bir fenomen de var karşımızda. Işığa sürekli maruz bırakılan bir göz, bir noktadan sonra görme fonksiyonunu yitirdiği gibi sürekli bilgi bombardımanına maruz bırakılan bir beyin de paralize oluyor. Ki bu paralize halin dünyayı kasıp kavuran yeni sağ popülist otoritenin mistik temeli haline geldiğini de görmek gerekir. İnsanlar bilgisiz olduğu için otokrat yönetimler istemiyor, tam aksine her tür bilgi elinin altında olduğu halde bunu istiyor. Bunun üzerine düşünmek lazım.

Sizce Aydın'ın yeri Kürt Sorununda tam olarak nerededir? Aydın'ın bu sorundaki rolü ve katkısı sizin açınızdan tam olarak neyi ifade etmektedir?

İzninle sorduğun soruya soru ile karşılık vermek isterim. Achebe, Parçalanma isimli romanını, Londra’ya kabilesi tarafından özgürlüğün bilgisini getirsin diye tahsile gönderilen Obi’yi sanık sandalyesinde oturtarak başlatır. Açık konuşayım: Biz Kürtler ile aydın meselesi aynı cümlede geçtiğinde direkt sanık sandalyesi imgesi gözümün önüne gelir. Peki ama neden? Bir ölçüde cevabı şu hakikatte saklı sanıyorum. Mîrê Kor’u esas alırsak yaklaşık iki yüz yıldır yeni tür bir tahakküm biçimi altında inim inim inlemekteyiz. Ölmüş çocuklarımızı buzdolabında saklamak zorunda kaldık, yine cansız Kürt çocuklarının minik bedenleri sahile vurup duruyor, modern dönemde bunun gibi sürreel sahnelerle yeryüzündeki kaç halk sınanmış olabilir ki? Bu tahakkümü adlandırmaktan dahi çoğu zaman aciziz. Kürt okumuşları eğer bu modern tahakkümü tanımlamaktan dahi imtina ediyorsa onun yeri sanık sandalyesi olmalıdır, hiç tereddütsüz.

Öbür yandan Kürt toplumunun bilgiyle kurduğu irtibatın sahihliğine de bakabilmeliyiz. Bu manada isim sosyolojisi yapmak bazen toplumun gündemini öğrenmekte işlevsel olabilir. İlginç bir şekilde Kürt toplumu neredeyse her dönem aralıksız bir şekilde kendi çocuklarına aydın ya da aydını çağrıştıran isimler koyar. Aydın, Ronahî, Medeni, Rewşen, Ronî, Zana. Bu isimlerin arka planının ima ettiği hakikatin bir anlamı yok mu?

İşin tarihsel boyutu ayrıca mühim, takdir edersen. Kürt düşünce tarihinde halkını bilgilendirmek ve mümkünse modernize etmek için yurt dışına öğrenci gönderme fikrini ilk ortaya atanlardan biri Evdirrehim Rehmi Hekkari’dir. 1910’ların sonunda yayımlanan Jin neşriyatında yapar bu çağrıyı. Diğer halkların modernleşme tarihine bakmak bir fikir verebilir. Türkler bu çağrıdan en az yüz yirmi yıl önce çocuklarını öğrenim görmeye göndermiş, Ermeniler yüz elli yıl, Acemler ve keza Araplar en az yüz yıl önce. Dile kolay minimum yüz yıllık bir gecikme, kapanması zor bir tarihsel fark.

Gidenlerin karnesine de bakmak ayrıca öğretici. Mehmet Şükrü Sekban sendromu diye bir gerçeğimiz var bizim ve bununla yüzleşmeliyiz. Bir dönem Kürt mücadelesinin entelektüel içeriğini domine eden Memduh Selim, Bediüzzaman, Abdullah Cevdet’in birden dilsizliğe bürünmelerini bir ölçüde anlayabiliriz belki! Peki ya Mehmet Şükrü Sekban, Ziya Gökalp ve hele Mevlanzade Rıfat? Şu sorunun üstüne düşünmemiz elzem: ezilen bir halkın mücadelesinin düşünsel bayraktarlığını hiç değilse bir dönem yapan herhangi bir aydın neden karşıtına dönüşür? Karşıtında olup da bizde olmayan ne var?

Şu da var tabi ki, Kürt toplumu Kürdistan gazetesinden bu yana Kürt okumuşlarını, halkın kaderinin tayin edildiği sahneye buyur etmiştir. A.Rahman Bedirxan’ın neredeyse her yazısı xwendin  ile başlayıp onunla bitiyordu. Kürt toplumu, okumuşlarını çoğu zaman el üstünde tutsa da ondan kurtarıcılık beklediği noktasında emin değilim. Özellikle serhadda Kürt meleleri için söylenen şu darbı mesel sanırım okumuşlar için de geçerlidir: “Goh bidin mela. Lê bi gotina wan nekin”. Kürt toplumu ve siyasi hareketleri okumuşlarını dinler, ama bildiğini okur.

Sizce Kürtler özellikle son dönemde kendi ''organik aydın''ını yaratabildi mi?

Bu sorunun tek bir yanıtı yok takdir edersen. Bir kere organik aydın meselesi de dahil olmak üzere bana kalırsa aydın üzerine yapılan tartışmaların ezilen bağlamı çoğunlukla es geçilmiştir. Bourdieu’nun özerk aydın kavramı üzerinden gidelim mesela, bir halkın dili yasaklanıp, bir bütün olarak inkar ve baskı repertuarına maruz bırakılmışsa o halkın aydını, bu durumda “ben özerkim” diyebilir mi? Keza Said’in aydın vasfına dair sürgün kavramına bakalım. Kürt okumuşları için sürgün vasfı zaten derisi misali doğuştan verili bir özelliktir. Kürt aydını sürgündür tespiti bu sebeple pek bir şey ifade etmez. Yine Foucault’un spesifik entelektüel tanımlaması örneğin, hangi Kürt okumuşunun maddi imkanları spesifikleşmeye müsait bir altyapı sunabilir ki? Hakeza “bağımsız aydın” kavramı da benzer şekilde. Bütün bu sıfatları Celadet’in şahsi manevisinde test edelim arzu ederseniz. Celadet’e sürgün sıfatı yakıştırmanın bir manası var mı? Ona özerk diyebilir miyiz peki? Ya spesifik? Bağımsız aydın?

Aydın edebiyatının basmakalıp gömlekleri Kürt okumuşlarına dar gelir, istediğimiz kadar gömleği bu bedene oturtmaya çalışalım, pek çok yerden dikişinin atacağını rahatlıkla ileri sürebiliriz. Eğer durum buysa ezilenin okumuşlarına özgü, kendinde ve kendi için yeni sıfatlar üretmek gerekiyor. Ezilen okumuşlar her şeyden evvel put kıran bir reddiyecidir, meydan okuyucudur, radikal eleştirmendir, özgürlük felsefenin içinden konuşandır.

Peki Aydın kavramını kuşaklar arası bir sorguya tabi tuttuğunuzda neler düşünüyorsunuz? Kürtler bu bağlamda Aydın kavramını nasıl inşa etmiştir ve etmelidir size göre?

Yaptığın ayrım son derece önemli ve işlevsel bir ayrım. Kürt okumuşlarını kuşaklar üzerinden ele almak bana da daha hakkaniyetli bir çaba gibi geliyor. Nitekim söyleşi boyunca ilk ve son kuşak üzerinde yorum yapmayı yeğledim, aradaki kuşakların öznellikleri ve tarihselliği bir ölçüde farklı olduğu için onları dışarıda bırakıyorum.

İlk kuşağımız genelde aristokrat çocuklarıydı, hem geleneksel bilgiye dokunmuşlardı hem de modern bilgiye ilişmişlerdi. Bu kuşak Kürtlüğü bazen bir çeşit hanedanın mülkü olarak, bazen vaad edilmiş bir miras olarak görüyorlardı. Celadet’ten Nureddin Zaza’ya, Cegerxwîn’den Memduh Selim’e bu okumuşlar hayatlarını devlet kurmaya adadılar. Kürtlük onlar için devlet kurmak yani xwebûn’un esas şubesi demekti her şeyden önce.

Bu ilk kuşak, aydın konumundan bahsederken xwenda, zana gibi daha hiyerarşisiz, daha eşitlikçi bir konumdan bahsediyordu. Bu sebeple ben Kürt aydını tabirini hegemonik ve üstenci bulduğumdan ötürü bu kavramın yerine xwenda ya da zana gibi Kürtçenin eşitlik ayarı iyi yapılmış kavramsallaştırmalarını öneriyorum. Esasen bu bir ölçüde eğitim ile bağlantılı bir kavramsal inşadır da. Sözgelimi Türkçe’deki eğitim kavramını “eğiten” olmaksızın düşünemeyiz. Yani eğitilen ve eğiten arasındaki mahsuldür eğitim. Ne var ki Kürtçe ise çok daha eşitlikçi ve aşağıdan bir kavram seti önerir bize. Elimandin, hînbûn, perwerde kavramları eğitene muhtaç olunmayan bir öğrenim müfredatı koyar önümüze. Yani Foucault’un kendilik inşa süreçleri, büyük usta Xanî’nin xodreste dediği şey. Hani Sophokles, Rahibin ağzından şehri düşmanlardan kurtaran Oidipius’a seslenir ya “bizden gelen hiçbir bilgiye sahip olmaksızın, bizden hiçbir şey öğrenmeksizin, bizi haraca kesen o zalim canavarın pençesinden kurtardın sen” diyerek kendilik inşasına göz kırpıyordu ya, bu türden bir xwebûn inşası.

Bu dediklerinizden yola çıkarsak eğer, siz Kürtlerin kendi Aydınını yaratmasını ve bunu da kendi kimlikleri üzerinden tanımlamalarını öneriyorsunuz. Bu tanımlama ise hiyerarşik ve üstenci değil de yatay olmalı diyorsunuz, doğru mudur?

Evet, bunu sorgulayalım, hazır aydın kalıplarıyla yetinmeyelim istiyorum. Fakat bunu yaparken de gözümüzün çiçeği Fanon ile hesaplaşmamız şart görünüyor. Yeni insan mefkuresini tahayyül ederken, yeni insana aydınlanma bandrolü vurmasını sorgulamamız gerekiyor bana kalırsa. Nitekim Oidipius’vari kendilik inşaları veya bizim geleneğimizdeki xwebûn örgütlenmeleri yeni insan inşası için daha özgürlükçü tasavvurlar doğurabilir kanaatindeyim. Nitekim Fanon’un “yeni insan felsefesi”nin arızasının mükemmel örneğini Erebê Şemo romanındaki Sehid karakterinde bulabiliriz.

Jîyana Bextewar esasen hem iktisadi hem de kolonyal sömürüyü red eden bir hamurla yoğrulmuştu. Sehid yoksuldu çünkü Kürttü, onu yoksul kılan Kürt olmasıydı. Şemo bu çifte boyunduruğu kırmak için yoksul ama gururlu Sehid’i, Leningrad’a Marksizmi etüd etmeye göndermişti. Günün sonunda Sehid, aydınlanmanın sol gıdasını alarak ülkesine döner. Topraklarına döndüğünde yaptığı en ideolojik faaliyet, kışın en çetin ve öldürücü soğuğuna aldırış etmeksizin, donma pahasına Lenin’in büstünü Elegez dağlarının en tepesine koymasıdır. Leningrad dönüşü Sehid, Fanon’un bir ölçüde yeni insanıydı, ama bu yeni insan aydınlanmanın öteki çocuğu olmaktan öteye gidemedi. Kendi dağlarına halkının sembollerini dikmekten imtina ederek ithal büstleri dikmeye gönül verdi. Bu ayartıcı fragmanla hesaplaşalım elbet ama bunu Marx’ı inkar etmenin gerekçesi haline de getirmemeliyiz. Evet Marx bükülmeli,  Fanon ise tamamlanmalıdır.

Bana öyle geliyor ki Fanon’un yeni insanının hamuru aydınlanma felsefesinden kotarıldığı için arıza veriyor. Onu Xanî’nin “xodreste me ez ne perwerî me” felsefesiyle tamamlamamızı önersek çok mu ileri gitmiş oluruz! Tam da Cesaire’in hatırlamalıyız belki de, bir keresinde şöyle demişti:“Marx tamam ama onu tamamlamamız gerek”. Bundan ilhamla söylersek eğer, “Fanon tamam ama onu tamamlamamız” gerekiyor. Xanî’nin felsefesi neden tamlayan olmasın ki?

Andığım sebeplerden dolayı Obi’yi sanık sandalyesine oturtmaktan öteye giderek onu mahkum da etmeliyiz. Kendimizi de mahkum etmeliyiz ama. Dürüst olalım kendimize karşı. Kürt okumuşları, Kürt halkının tarih içinde kaybedilişinin açık ve net suç ortağıdır. Evet biz hem suçuz, hem ortağıyız. Halk olarak başımıza neler geldiğini dahi anla/t/maktan aciziz. Ne Xanî’nin dediği gibi dilimizin pazarını dünya çapında kılabildik, ne de Kürdistan realitesini bitamam anlatıp, deşifre edebildik. Bu sebeple Yakup Kadri’nin aydın eleştirisi bizim için de geçerli korkarım: “Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın?..Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki ne biçeceksin!.. Sana ıstırap veren bu şey senin kendi eserindir, senin kendi eserin.”    

 

Tüm bunları söylerken yanlış anlaşılmak da istemem, popülist bir saikle anti entellektüelizm konumuna göz kırpıyor değilim. Nitekim siyasetimiz ile toplumsallaşma biçimlerimize sinmiş bir ölçüde totaliter tınıya sahip “anti entellektüelizm” ile arama mesafe de koymak isterim. Ne var ki dediğim üzere bu fasılda altını çizdiklerim aslında çuvaldız, tastamam.

Tüm bu değerlendirmeleriniz de son olarak ‘’Organik’’ aydın kavramını tam olarak nereye oturtuyorsunuz?

Doğrusunu istersen bugün hala organik aydın tartışmasını yapmak bize ne kazandırır bilmiyorum, bu riskli bir uğraştır da her şeyden önce. Zira önümüzde Jdanov’un pespaye tarzı varken ve onun tarzı yeterli düzeyde mahkum edilmemişken organik aydın siparişi yapmak riskli bir iştir. Bununla birlikte organik aydının temel handikapı çoğu zaman anonim bir özne olması ve sıkça Lenin’in “işçi sınıfının ideologları” ile karıştırılıyor olmasıdır. Oysa Gramsci’nin organik aydınından Lenin’in ideoloğuna geçiş ciddi toplumsal ve sınıfsal aşamalar gerektirir. Eğer organik aydını toplumsal yapı ile bütünleşmeleri açısından ele alacaksak gideceğimiz adres Jdanov’gillerden başkası değil. Nitekim organik olan şey en nihayetinde organ olandır, işlevine bakılır.  

Bununla birlikte Gramsci esasen Lenin’den öteye uzanıyordu ve onun aydın ufkunu bize yani ezilen halk gerçekliğine uyarlarsak özetle şunu diyordu: ezilen halkın, geleneksel kültüre ve bununla işbirliği halindeki egemen halk kültürüne olan bağımlılığını yıkarak, onu kendi öz kültürüyle barıştırarak, bütün kitleyi aydın statüsüne kavuşturacak olan entelektüel ve moral reformu yürütmek. Bu organik aydın tanımı şüphesiz önemli ama korkarım ki bu tanım teoride sıklıkla Lenin’in “işçi sınıfının ideologları”, pratikte Jdanov’culukla karıştırılmıştır. Bu sebeple organik aydının hala iş göreceğinden kaniysek onu sınıfsal tarihsellikten ayırıp ezilen tarihine uyarlamak şart görünüyor.

Tarihsel skalada şüphe unsuru haline getirilmiş organik aydınlardansa bana sanki parhessia konumu daha acil ihtiyaç gibi geliyor. Parhessia biliyorsun her türden otoritenin yüzüne hakikati ifade etmekle bağlantılı bir toplumsal konumu imliyordu. Bir açıdan otoriteye karşı bizim hakikatimizi eksiksiz bir şekilde dile getirecek olan rûsipî ya da zimandirêjler lazım bizlere. Özetle sahiplenici bir duygulanımla eleştirel bir kamusallık üretmemiz şart görünüyor. 

 ''Bir Kürt Aydın’ından Mustafa Kemal'e Mektup'' makalenizden yola çıkarak sormak gerekirse; Celadet Bedirhan Kürtler için aydın ve entelektüel olarak kabul görmektedir. Gerek dil bilimci olması ve dile hizmet etmesi ile gerek Kürt kültür ve sanatındaki rolü ve benzeri birçok çalışması ile kendini Kürtlere kabul ettirmiş ulvi bir kişiliktir. Tüm bunlarla birlikte o dönem Kemalist rejim ile o kadar kavgalı olmasına rağmen rejimden kendisini de içerecek şekilde af beklentisi içinde olmasını nasıl yorumluyorsunuz?

Bu sorunun cevabı hem meşakkatli hem de bir dizi özeleştiri barındırmak zorunda. Affına sığınarak sorunun cevabını Celadet ve onun kuşağı üzerinden değil, şimdiki kuşak üzerinden tartışmak isterim. Bir kere Kürtlerin maruz bırakıldığı hegemonik sistem tipik Roma sistemi, yani böl ve yönet rejimi. Bu sistemin bir çıktısı olarak Kürt okumuşları lime lime edilmiş, bölünmüş tipolojilerdir. Daha açık konuşmak gerekirse sistem Kürt okumuşlarını hasta kılmak üzerine inşa edilmiştir. Evet, hepimiz hastayız, yaralıyız. Bizim en büyük mülkümüz uçsuz bucaksız egomuzdur, birçoğumuz egomuzun dikine gideriz.

Hal böyle olunca Kürt okumuşları İsrailoğulları geleneğindeki Yunus peygamber misali bir sendrom kuşanmış bulunuyor. En ufak hayal kırıklığında ya otoriteye rest çekip gidiyor ya otoriteden kendisini dinlemeyen halkını yerle bir etmesini diliyor. Yunus’tan bir farkı kimi zaman otoritenin de yerle bir olmasını diliyor olması. Öbür yandan işin gerçeği, otorite ile, hassaten de Kürtlerin içindeki otorite figürleriyle, Kürt siyaset ve siyasetçileriyle sahici entelektüel bir irtibat geliştiremiyoruz. Otorite ile ilgili ayarlarımız sürekli arıza veriyor. Ya tamamen düşman oluyoruz ya da aradaki bütün mesafeleri kaldırıp memur oluyoruz.

Günümüz okumuş kuşağımızın yumuşak karnını sanıyorum memur görünümü veren karakterinde aramak icap eder. Birçoğumuzu ailemiz memur olalım, sabit gelirimiz olsun, kendileri gibi ezilmeyelim diye baştan itibaren güdümlenmiş bir memur adayı olarak, bizi bilgi ile tanışmaya göndermiştir. Problem şu ki memurluk psikolojisi aslında dört dörtlük bir denge teorisidir, bir elin yumruk, öbür elin tokalaşmak için hazır kıta bekler her daim. Memurluktan arta kalan zamanımızda entelektüel faaliyet yürüttüğümüz için bütün bu çabamız ister istemez arabuluculuk formatına dönüşüyor. Kürtlük ile devlet arasında arabuluculuk, Kürtlük ile toplum arasında arabuluculuk, Kürtlük ile bilme biçimleri arasında arabuluculuk. Dostoyevski’nin timsah öyküsündeki timsah nasıl Rus okumuşlarını içine alıp yuttuysa, bizim de timsahımız bir davranış kalıbı olarak memuriyetimiz sanıyorum.

Öbür yandan hala da ve her şeye rağmen Kürt okumuşlarının en büyük hasmı diğer kürt okumuşudur, yani kardeşidir. Kürt okumuşları Kürt okumuşlarının kurdudur. Şöyle bir mukayeseden devam edelim mesela, bizim hakim milletin okumuşları ile ilişkimizi konuşalım. Elbette mütehakkim aydınlara kızıyoruz, sinirleniyoruz ama günün sonunda onu anlıyoruz, hatta anlaşıyoruz da. Daha açık konuşmak gerekirse hakim milletin aydınlarına istediğimiz kadar sinirlenelim ona en fazla dikenli gül atıyoruz. Ama öbür yandan mütehakkim aydına dikenli gül ile girişiyorsak, kardeşimize konvansiyonel silahla dalarız. İşin gerçeği büyük oranda kolonyal süreçler sebebiyle hepimiz bastırdıklarımızın toplamıyız bir yerde.

Yine üzülerek kabul edelim ki birbirimizi sevmeme üzerine temellenen bir entelektüel kamumuz var. Birbirilerimizin kitabını almayız, alırsak da okumayız. Birbirlerimizi taltif etmeyiz, dipnot niyetine referans dahi vermeyiz. Kendi içimizde üretilen ürünleri küçümseriz, sanatsal veya edebi üretimlerimize burun kıvırırız. İşin gerçeği birbirimizle konuşmayı da bilmiyoruz. Konuşunca ya şikayet ederiz, ya çekiştiririz ya da aşağılarız. Ama öte yandan hakim ulus entelektüelleri ile poz verme yarışına gireriz, imza ve söyleşilerine hücum ederiz, aralarındaki özel faşist şairlere hayranlık dahi duyarız, bu şairlerin ya da yazarların söyleşilerinde tespih tanesi dizilmeyi de marifet biliriz. Oysa bana kalırsa pek tabi ki birbirimizi sevmek zorunda değiliz ama her ne olursa olsun birlikte üretim yapmak, birlikte yol yürümek zorundayız. Bütün bunlar gösteriyor ki, büyük üstad Xanî’nin dediğinin bir tık gerisindeyiz hala ne yazık ki:“xwendayê  Kurdan  qedrê  qelema  xwe  nizan e”.

Aslında tamamen karamsar bir tablo çizmek de istemem, ümitvar olmamız icap edecek pozitif üretimler de var. Sözgelimi şu son yıllarda en az iki asra yayılan sorunumuzun konumunu yeniden tartışmayı önceleyen ve temel sorunumuzun konumunu değiştirmeye teşebbüs eden bir genç jenerasyonumuzun ayak seslerini duymak güzel bir gelişme. Bu genç kuşak büyük üstadlar olarak Xanî’yi, Celadet’i yeniden keşfedip, bunları yeniden Kürdistanileştiriyor. Edebi üretimleriyle, öykü ve romanlarıyla, yazı ve araştırma yazılarıyla gündemi teorize eden bir kuşak yetişiyor. Birbirinden habersiz olsa da belli duygularda örtüşen, Kürtlerin özgürlüğünü yeniden gündemleştiren bu yeni jenerasyonu dikkatle izlemekte ve bunlara katkı sunmakta fayda var. 

Sonuç itibariyle sorunun cevabını Kürt okumuşlarının tarihsel ve sosyolojik kodlarında aramak lazım. Her ne kadar başka bir bağlamda bunu imgelese de Cegerxwîn’in “destek xencer, destek qelem” dizesi buna dair ipucu veriyor. 

Aydınlar aslında kendi toplumu adına konuşan ve onun adına söz söyleyen kişiymiş gibi görülür çoğu zaman. Ama siz ''Kürtlerde ‘Aşağıdan Tarih’ Üzerine Notlar'' başlıklı yazınızda bu durumu ''yapı-sökümü''e tabi tutup itirazınızı dile getiriyorsunuz. Bu itirazın kaynaklarını ise Guha'dan Hegel'e, Marx’tan Celadet'e kadar geniş bir yelpazeden işleyerek ele alıyorsunuz. Dediğiniz gibi aşağıdan bir tarih okuması yaptığımız zaman sizce aydınlar bu okumanın neresinde kalır? Madunlaştırılan halk gerçek bağlamı ile bu tarih okumasında söz söyleyen birer özneye dönüşebilir mi? Sizce bu durumun mümkünatları nelerdir?

Bu söyleşi boyunca aslında iki şey yapmaya çalıştım. Birincisi hassaten şu günlerde Kerbela’daki su kadar ihtiyacımız olan özeleştiri diliyle konuşmak istedim. Bu sebeple söyleşinin birincil muhatabı öncelikle benim. İkincisi ise şunda ısrar etmek istiyorum izninle. Verili aydın kalıpları üzerine yeniden düşünmeliyiz, bana kalırsa hatta red etmeliyiz. Zira hepimiz öyle ya da böyle, okuma işine giriştiğimiz andan beri kirleniyoruz. John Stuart Mill’i hatırlayalım, bir keresinde demişti ki, medeniyetin ilk dersi itaattir. Bizim gerçekliğimizi düşündüğümüzde bu müthiş bir tespittir bana kalırsa. Maruz bırakıldığımız bütün kolonyal eğitim müfredatı tam da budur.

Hepimiz Kemalist okulların bir çıktısıyız. Atatürk İlke ve İnkılapları dersini çoğumuz yüz puan alarak geçen bir nesiliz. Bu sebeple kabul edelim ki, kolonyal itaatin bandrolü hepimizin ruhuna işlenmiştir. Eğer durum bu kadar vahimse o halde durup düşünmemiz gerekir. Bahsini ettiğin düşünürler kuşağı da bu dertlerden mustaripti. Ama onlar kimseyi inkar etmeksizin, kimseye de tapmaksızın, düşünce tarihine kafa göz dalarak, didişerek kavgasını verdiler. Biz de vereceğiz, vermeliyiz.

Bahsettiğin düşünürleri akılda tutarak şunları kayda geçirmemiz gerekiyor. Bize öğretilen bütün bilgileri tersine çevirmemiz gerekiyor. Başka bir ifadeyle bize sunulan verili bilgileri, dekolonize etmeden yol yürümemiz zor görünüyor. Tocqueville, Cezayir Mektupları’nda, Fransız kolonyal politikasına her şeyden önce yerliye dair bilgiyi üretmelerini salık veriyordu, ihtiyacımız olan şey daha fazla asker değil, daha fazla bilgi diyordu.  Eğer durum buysa içine doğduğumuz bu bilgilerin yapı sökümü şart.

Sonuç itibariyle ezilen halklarının ortalama tarihsel kavrayışı, okumuş olan kişiden toplumu aydınlatıp, ona öncülük ederek, toplumunu iyiye ve güzele doğru götürmesini bekler. Bugün artık bu vazife tensibinin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Kürt okumuşlarının seçilmiş kişi, kurtarıcı miti, öncü güç terminolojisini geride bırakmaları gerekiyor. Bana öyle geliyor ki bu verili öznel pozisyona eleştirel yaklaşıp, yeni bir xwenda duruşu üzerine kafa yormalıyız. Bütün mesele galiba artık gözlük olmayı red edip, ezilenin zihnini değiştirmekte yatıyor. Ezilenin zihnindeki bir sabiteyi bile yerinden oynatacak, bir zihin işçiliği üzerine düşünmeliyiz. Dostoyevski’nin “allame bıçağı” dediği şeyin günümüzdeki anlamı tam da budur.