Zo’lar ve Lo’lar Meselesi: İlk Kim, Neden Söyledi?
Makale / Nuri Fırat

ekran_resmi_2024-02-03_11.41.36
1916 Kürt Tehcirini, 1925 Şeyh Said Kırımını ve 1990’ların zulmünü yaşayan…
Eşi, kardeşleri, çocukları, torunları dahil onlarca yakınını zulme kurban veren…
Yüz yirmiyi aşmış ömrüne bu yüzden “Xezeba Xwedê” diyen…
Tehciri anlatırken, gözü yaşlı “Mar û kusî jî nemabûn” diyerek en çok açlığı vurgulayan…
Açlık, yoksulluk ve zulüm dolu bir hayattan sonra bu dünyadan ayrılan…
Büyük nenem Xezal’ın ve kızları Zelîxan, Perîxan ve Berîvan’ın anısına…

Türkiye’deki ceberut, soykırımcı ve asimilasyoncu devlet geleneği hakkında konuşulduğunda pek çok siyasetçinin, yazarın, tarihçinin, gazetecinin hatırlattığı meşhur bir cümle vardır: “Zo diyenlerin kökünü kuruttuk, sıra Lo diyenlerde!

Zo’lardan kastedilen Ermenilerdir ve Lo’lar derken de Kürtlerden söz ediliyor. Malum 1915’teki soykırımla birlikte bir buçuk milyon civarında Ermeni katledildi, tehcir edildi ve böylece hakikaten de soyları kurutuldu. 1916’da Kürtler için de bir tehcir planı yürürlüğe konulmuştu. Bu tehcirin epey dramatik sonuçları olsa da, hatta bence soykırım yaşanmışsa da nihayetinde Kürtlerin kökünü kurutmak o kadar kolay olmamıştı. Ancak daha sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti döneminde Kürtlere yönelik de soykırımdan tutun da asimilasyona kadar her türlü insanlık suçu işlendi, işlenmeye devam ediliyor. Aradan geçen yüzyıldan fazla süreye rağmen kadim amaç değişmiyor; öyle ya da böyle aradan geçen zaman boyunca her türlü yol ve yönteme rağmen Türkleştiremedikleri Kürtlerin de köklerini kurutmak istiyorlar.

Genel olarak Zo ve Lo meselesiyle anlatılmak istenen bu. Ancak bu tarihsel ve aktüel hakikati dile getiren sözün gerçekte ne zaman, nerede, kim tarafından ilk kez kullanıldığı ve bunun kim tarafından ne zaman aktarıldığı hususunda bir karmaşa var. Aslında şöyle bir internet taraması yapıldığında, “Zo diyenlerin kökünü kuruttuk, sıra Lo diyenlerde” cümlesinin çoğunlukla 1921’deki Koçgiri İsyanının bastırılması sırasında Sakallı Nureddin Paşa tarafından dillendirildiğine dair sonuçlarla karşılaşırsınız. Bu bilginin kaynağı olarak da Nuri Dersimi’ye işaret edilir.

Cumhuriyet henüz ilan edilmemişken ve fakat yıkılan Osmanlı’nın enkazından yeni bir Türk devletinin kurulması için ilk adımlar da atılıyorken, Sivas, Erzincan ve Dersim’i kapsayan Koçgiri bölgesinde Kızılbaş Kürtlerin liderliğinde bir isyan patlak vermişti. Her ne kadar yerel ölçekli olsa da 1921’in ilk aylarındaki bu isyanın Kürtlerin hak taleplerine dayanan milli bir tarafı da vardı. Burada ayrıntılara girmeyeceğim. Sonuç itibariyle 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin ilanıyla Ankara’da yeni devletin ön ilanını yapmış olan Mustafa Kemal ve ekibi için bu isyan kabul edilemezdi. Bu nedenle Sakallı Nurettin Paşa’nın komutasında Koçgiri’ye ordu sevk edildi ve bazı kaynaklara göre 130’dan fazla Kürt köyü yakıldı, yıkıldı veya yerle bir edildi; yüzlerce insan vahşice katledildi, yüzlercesi de tutuklandı. Böylece Koçgiri İsyanı bastırıldı (Mehmet Bayrak’ın aktardığı bilanço için bkz. Dersimi 1992).

Koçgiri İsyanının bu şekilde bastırılması, kurulacak olan yeni Türk devletinde Kürtleri nasıl bir kaderin beklediğinin ilk ve en önemli işaretiydi. Tabi o dönemlerde bunu anlayabilecek kapasitede bir Kürt oluşumunun varlığından söz etmek ise zordur; aksine pek çok Kürt, Ankara ile ortak hareket etmeyi tercih etmişti.

Öbür yandan Nureddin Paşa’nın, aktardığım üzere, Zo ve Lo meselesi hakkında gerçekten böyle bir cümlesinin olup olmadığı tartışmalıdır ve şimdiye kadar da herhangi bir kayıt bulunamadı. Ancak esasında bunun çok da bir önemi yok, nihayetinde gerçekte olan tam da bu sözün meramına denk geliyordu. Bu bir yana, tarihsel bir hakikati barındıran bu sözün peşine düşüldüğünde ise, internet taramasında karşınıza çıkan yaygın kabulün aksine bazı sonuçlar söz konusudur.

Belirttiğim gibi, pek çok kişi bu cümleyi genel bir kabul çerçevesinde Sakallı Nurettin Paşa’ya ait ve kaynağını da Nuri Dersimi olarak ele alıyor. Konuyla ilgilenen önemli bazı tarihçiler ise daha ziyade bu sözü Nuri Dersimi’ye dayandırarak kullanıyor. Örneğin bunlardan biri de Ayşe Hür’dür. Taner Akçam, bir yazısında söz konusu cümleyi naklederek bunu Dersim’de katliam yapan general Abdullah Alpdoğan’a mal edince, Ayşe Hür itiraz etmiş ve bu cümleye dair rastlayabildiği “en erken atıf”ın Nuri Dersimi’nin “Kürdistan Tarihinde Dersim” kitabında olduğunu yazmıştı. Hakikaten de Dersimi’nin kitabında söz konusu cümle var. Şöyle yazıyor Nuri Dersimi (Yazım ve imla hataları korunmuştur):

“Nuriddin paşa, bir askere yakışmıyan zulum muameleleriyle yüreğini sovutamamış ve kürt kanı içmekle iştihasını tatmin edememişdi, çünkü bu şerefsiz asker, her fırsat düştükçe; ‘Türkiye –zo- diyenleri imha ettik, -lo- diyenleri de ben kökünden temizleyeceğim’ der idi.

“İnsanlık düşmanı Nureddin paşa, bu emeline muvaffak olamamışsa da, kendisinin Kurmay reisi ve damadı olup kürt düşmanlığıyla tanınmış olan Albay Abdullah Alp Doğan, generallığa terfi ettikten sonra, son 1938 Dersim harbında, umumi müfettişliği devrinde, bu hayin emeline kısmen muvaffak olmuştu.” (1952:158)

Nuri Dersimi’nin Zo ve Lo meselesi hakkında yazdıkları böyle ve bugün yaygın kaynak olarak da bu aktardığım bölüm esas alınıyor.

Ancak Kürt tarihiyle ilgili daha titiz bazı incelemeler yapıldığında esasında bu cümlenin Dersimi’den çok daha uzun yıllar önce aynen yazıldığı görülebilir. Üç kaynak dikkate değerdir. Birincisi 1919 tarihli Kurdistan dergisi, ikincisi 1919 tarihli Serbesti gazetesi ve üçüncüsü ise Celadet Alî Bedirxan’ın 1933’te Mustafa Kemal’e yazdığı mektup...

Ne yazık ki, Kürt tarihiyle ilgili hala üstünkörü bir yaklaşım söz konusu veya bizzat Kürt kaynaklarının yeterince dikkate alınmaması ya da daha naif bir ifadeyle incelenmemesi gibi bir yaklaşım söz konusudur. Elbette, bunları söylerken, özellikle 1900’lerin başındaki Kürt kaynaklarına ulaşmanın resmi çevrelerden kaynaklanan zorluklarını göz ardı etmiyorum. Ancak şu da bir gerçek ki, son yıllarda bu kaynaklara dair epey değerli çalışmalar da yapıldı, en azından yakın dönem Kürt tarihiyle ilgilenenlerin bunları incelemesi beklenir...

Bu anekdottan sonra, konuya dönecek olursam... 1918-1919 tarihlerinde İstanbul’da çıkmış Kürt yayınları, daha doğrusu bugün elde edilebilmiş olanları tarandığında, doğrudan Zo ve Lo ifadelerinin yer aldığı bir yazı karşımıza çıkıyor. Bu yazı, “Kurmanc Aşiretlerinden Dersimli Sertip Sabri Süleyman” imzasını taşıyan “Tarihten Bir Sayfa / Müşahede Ettiğim Olaylar” başlıklı bir yazı ve Kurdistan dergisinin 3 Nisan 1919 tarihli 5. sayısında yayınlanmış.

Sabri Süleyman bu yazısında esasında 1916’daki Kürt tehciri sırasında karşılaştığı dramatik manzaradan söz ediyor ve doğrudan şu cümleyle yazıya giriş yapıyor:

“Pekiyi biliyorum ki Ermeni göçünden sonra 3 Mayıs 1332’de [16 Mayıs 1916] Kürd göçü başlamıştı.” (Veroj 2015:258)

Bu tarih oldukça önemli. Zira tam da sözü edilen tarih, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Kürt Tehciri veya Kürtlere karşı planlanan iskân siyasetini hayata geçirmeye başladıkları dönemdir. Özetle söz edecek olursam; 1, 2 ve 4 Mayıs 1916 tarihlerinde üç önemli tamim (genelge) ya da talimatnameyle Ermeni soykırımının planlayıcısı ve uygulayıcısı olan Dahiliye Veziri “Talat Paşa Kürt nüfusuna ilişkin belirlenen İttihatçı politikayı vali ve mutasarrıflara” bildirmişti.

“Üç tamim ile Anadolu’yu iki bölgeye ayırarak, Kürtlerin iskânına ayrılan ‘Türklerin yoğun olduğu ve Türklerin iskânına ayrılan ‘Kürdlerin yoğun olduğu’ bölgeler diye gruplandırır. Buna göre ilk tamim Diyarbekir, Sivas, Ma’muretü’l-aziz ve Erzurum gibi Rus bölgesinin sınır bölgelerine gönderilir. İkinci tamim öncelikle Türkleştirilmesi gereken bölgeler olarak Musul, Urfa, Maraş ve Ayintab bölgelerine gönderilir. Üçüncüsü de, Ankara, Konya, Hüdavendigar, Kastamonu, Kayseri, Niğde ve Kütahya bölgelerine, Kürtlerin serpiştirilmesi planlanan bölgelere gönderilir.” (Dündar 2010:412)

Tehcir veya iskân siyasetini planlayan ve gelişmeleri günübirlik takip eden Talat Paşa, yereldeki yetkililerin emirlere tam uymasını ve muhacirlere karşı acıma gibi hislerle hareket ederek inisiyatif kullanmamalarını emrediyordu. Bu iskân siyasetiyle Kürdistan’ın Türkleştirilmesi amaçlanırken, özellikle Urfa, Antep, Diyarbakır, Erzurum, Sivas, Musul ve Maraş gibi Rus işgali dışında kalmış bölgelere Türk nüfusun yerleştirilmesi ve gerekli yardımların yapılması isteniyordu. Öbür yandan da çoğunlukla Ankara, Kastamonu, Kayseri, Niğde, Kütahya, Eskişehir, Konya, Amasya ve Tokat gibi Türk nüfusun yoğun yaşadığı illere ve bunlara bağlı ilçelere, sevk edilen Kürtlerin yerleştirilmesi emrediliyordu.

Kürtlerin iskânı sırasında serpiştirme yöntemi esas alınıyordu; çünkü Talat Paşa’ya göre, aksi halde “Kürtlerin ‘adet ve milliyetlerini muhafaza iderek yine gayr-ı müfid [faydasız] bir unsur halinde kalmalarına imkân bırakılmış’ olacaktır.” Buna izin vermemek için, halk ile aşiret reisleri, şeyhler, mollalar ve nüfuzlu şahısların ayrı ayrı iskân edilmesine, bunlar arasındaki ilişkilerin kesilmesine ve Türklerin yoğun yaşadıkları bölgelere serpiştirilecek Kürtlerin oranının da “hiçbir şekilde yerli ahalinin % 5’ini tecavüz etmemek üzere” belirlenmesine önem veriliyordu. İskân siyasetiyle Kürtlerin Türkleştirilmesi o kadar detaylı planlanmıştı ki, örneğin kitlesel sevkiyatlar sırasında geride kalan ihtiyarlar, sakatlar, hastalar, kimsesiz kadın ve çocuklar bile unutulmamıştı; bunların da bulundukları bölgelerde Türklerin arasında serpiştirilmesi isteniyordu. Bütün bu işlemlerin ardından ise belirlenen bölgelere iskân edilmiş Kürtlerin Rus işgali bitse bile geri dönüşlerine izin verilmeyeceğinin ve Kürdistan’a yerleştirilmiş Türklerin de aynı şekilde yerlerinden kaldırılmayacağının altı çiziliyordu (Dündar 2010:413-414-415; Üngör 2016:198-199-200; Ayrıca bkz. Bedırhan 1973; Bedirxan 1997; Koç 2018).

Kısaca bu şekilde bahsettiğim Kürt tehciri veya iskânına dair plan, özellikle Erzurum, Muş, Bitlis, Van, Ağrı gibi Kürdistan’ın kuzeyinde bulanan 13 ili kapsıyordu. Söz konusu dönemde Rus Çarlığına bağlı güçler bu bölgelere doğru ilerliyor ve işgal ediyordu; bu da İttihatçıların planlarını hayata geçirmelerini kolaylaştırıyordu. Zira Müslüman olan Kürtler, “gavur” Ruslardan, özellikle de acısı daha taze olan Ermeni soykırımının intikamından korkuyorlardı. Soykırımdan arta kalan Ermenilerin oluşturduğu askeri birlikler o dönem itibariyle Rusların müttefikiydi ve soykırımdan Türkler kadar Kürtleri de sorumlu tutuyorlardı, kaldı ki Kürdistan’ın kuzeyindeki şehirler üzerinden hak da talep ediyorlardı. Bu nedenle Kürtler Rus korkusundan yerlerini yurtlarını terk edip kaçarken, İttihatçılar da bu kaçışı bir fırsata çevirmek peşindeydiler.

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından yenilen İttihatçıların bu planı büyük dramlara yol açtı. Söz konusu dönemin Kürt yayınlarına veya daha sonraki bazı kaynaklara bakıldığında 700 bin ile 1 milyon arasında insanın yetkililerin kötü muamelelerinden, soğuk ve zorlu hava koşullarından ve açlık ile kıtlıktan dolayı yaşamını yitirdiği anlaşılıyor (Bkz. Dündar 2010; Üngör 2016). Sabri Süleyman’ın sözünü ettiğim yazısıyla aynı dönemlerde bu drama dikkat çeken bazı yazılar Jîn ve Kurdistan dergilerinde de yayınlanmıştı. Ancak Jîn’deki yazılarda bu dramın insani yönünün daha baskın, politik mahiyetinin ise görece daha az dile getirildiği söylenebilir (Bkz. Bozarslan (ed.-ter.) 1985; 1986;1987;1988; Veroj 2015; Koç 2018).

Nihayetinde İttihatçılar savaşta yenildiyseler de, Kürt tehcirine dair planlarını bir kısmıyla hayata geçirmeyi başarmışlardı. Devamı ise birkaç yıl sonra kuruluşu ilan edilen Cumhuriyet ile gelecekti. Cumhuriyetin ilk yıllarında Kürtlere karşı çıkarılan iskân kanunlarına bakıldığında biraz önce aktardığım İttihatçıların planlarının neredeyse aynı şekilde esas alındığı rahatlıkla görülebilir. Ne de olsa Cumhuriyeti kuran kadrolar da İttihatçı gelenekten geliyorlardı, hatta çoğu bizzat İttihatçı idi (Bkz. Dündar 2010; Üngör 2016).

Sabri Süleyman, yazısında İttihatçıların planının detaylarından söz etmiyordu; ama Ermenilerden sonra sıranın Kürtlere geldiğini gayet açık biçimde ortaya koymuştu. Zo ve Lo meselesinden tam da noktada, tehcirle ilgili aktardığım cümlesinden hemen sonra bahsediyordu:

“Bir gün Harput’ta okuldan gelirken hükümet memurlarından bir kaçı yol üzerinde konuşuyorlardı. Yanlarından geçtiğim esnada sözlerin arasında ‘Zo diyenler bitti, sıra lo diyenlere geldi’ cümlesini işittim. O anda zihnim altüst oldu. Koşa koşa eve geldim, meseleyi pederime anlattım. Onlar da benim gibi heyecanlandılar. Bu esnada kendi kendime şöyle diyordum: Ey zavallı masum millet!...” (Veroj 2015:258; Ayrıca bkz. Koç 2018:180-181)

Sabri Süleyman, bu sözlerinden sonra bu “zavallı masum millet”in, yani Kürtlerin Osmanlı zamanında Türklerle nasıl birlikte savaştıklarını, hatta daha o dönemde, Birinci Dünya Savaşı sırasında da pek çok cephede birlikte “Allahu Ekber” diyerek savaşmaya devam ettiklerini belirtiyordu. Ve ardından Sabri Süleyman ağlayarak “bu kadar çabanın meyvesini koparmayı hak etmişken, birkaç sersem ve zalimin kurbanı mı olacaksın?” diye soruyordu. Elbette örneğin kendi tanık olduğu üzere “Munzur, Peri, Palu suları ihtiyar erkek ve kadın ile genç çocuklardan ibaret cesetlerle” dolmuşken, genç kızlar “iffet ve namuslarına tasallut edildikten sonra vahşice” öldürülürken, “Türkçe bilmez, mezalimin her türlü zahmetine katlanmış bu zavallıların ciğerleri susuzluktan” yanıyorken; bu zulüm, birkaç sersemin ya da yine kendi ifadesiyle “bir takım canavar tabiatlı jandarma erleri”nin işi değildi. Nitekim Sabri Süleyman da şöyle yazıyordu:

“Şu söylediklerim, müşahedelerimin pek az bir kısmını teşkil ediyor. Muhterem Abrurrahim Efendi’nin dediği gibi, Ermeni katliamı ve tehcirinden sürekli bahsediliyor da Kürdlerden bahseden yok. Hakikaten bu sahada kalem oynatılsa ciltler dolusu yazı yazmak icap eder. … Yalnız şurasını hatırlatmak isterim ki Erzurum’dan, Kars’tan Savuçbulak’a kadar o cennet diyarı sakinlerinin çoğulu teşkil eden Kürd aşiretlerinin bugün acaba yüzde kaçı kalmıştır? Ve kalanlar ne haldedir? Burada Ermenilerin Kürdlere tatbik etmiş oldukları katliamlardan, İttihad hükümetinin yok etme politikasından uzun uzadıya bahse lüzum görmüyorum.” (Veroj 2015:260)

Sabri Süleyman’ın da belirttiği gibi Abdurrahim Efendi gibi başka bazı isimlerin de söz konusu dönemde Jîn ve Kurdistan dergilerinde bu tehcirden ve mezalimden söz ettikleri görülebilir.

Öbür yandan Sabri Süleyman’ın Dersim bölgesindeki aşiretlerin bu tehcir sırasında sevkiyatından söz ederken, “her gece malum” olduğu üzere “celaddın biri”nin şöyle dediğini de aktarıyordu:

“Beni iki gün Çabakçur (Bingöl) boğazına göndermiş olsalardı Dersimi kökünden budardım.” (Veroj 2015:258-259; Ayrıca bkz. Koç 2018:181)

Sabri Süleyman’ın 1919’da Kürdistan dergisinde yazdıkları böyleyken, Zo ve Lo meselesiyle ilgili erken dönem Kürt kaynaklarından biri de Celadet Alî Bedirxan’ın mektubudur. Kürt tarihi, kültürü, siyaseti ve özellikle de dili konusunda değerli çalışmaları olan Celadet Alî Bedirxan’ın 1933’te Mustafa Kemal’e yazdığı son derece önemli bir mektubu var. Bu uzun ve bana göre Kürt milliyetçi tarih yazımı için başlangıç kaynaklarından biri olan mektubunda pek çok konuya değinen Bedirxan, Zo ve Lo meselesine de değiniyor. Buna birazdan döneceğim...

Ancak yakın dönem Kürt tarihiyle ilgili pek çok araştırması bulunan Malmîsanij’ın aktardıklarına bakılırsa, Bedirxan bu mevzuya esasında çok daha önce, hatta Sabri Süleyman’danda önce dikkat çekmişti.

22 Şubat 1919’da Bedirxan, Serbestî gazetesinde “Kürdler ve İttihâd Siyâseti” başlığıyla bir yazı yazmıştı. Araştırmacı Malmîsanij’ın aktardığına göre, Bedirxan bu yazısında, İttihatçıların Birinci Dünya Savaşı sırasında “Dersim gibi bazı yerlerde Kürdleri imha ettiğini, örneğin ‘fâcianın kudretli ve azametli aktörlerinden olan bir vali’nin icraatı müteakip, ‘Ermeniler gibi devlet hâini olan Kürdlere öyle bir tırpan atdık ki’ dediğini yazar”. (Malmîsanij2020:28-29)

Ermeniler gibi Kürtlere de tırpan atılması meselesi elbette öz itibarıyla Zo ve Lo meselesini anlatır. Bu arada Bedirxan’ın bahsini ettiği Dersim’deki hadise, muhtemelen Mart 1916’da İttihatçı zulmüne karşı başlayan ve Kureyşan aşiretinin başını çektiği isyanla ilgilidir. Bu “isyan” birkaç ay sürdükten sonra Mayıs 1916 itibarıyla onlarca köyün yakılması ve yüzlerce kişinin öldürülmesiyle bastırılmıştı. Yine Bedirxan’ın bahsettiği ve Ermeniler gibi Kürtlere de tırpan attıklarını söyleyen vali ise, muhtemelen söz konusu dönemde Erzincan Valiliğini yapan, Dersim’deki 1916 isyanının kanlı bastırılması sırasında III. Ordu komutanı olan Vehip Paşa’dır. Bu arada Sabri Süleyman’ın Dersim bölgesindeki vahşeti anlatırken dikkat çektiği olaylar da bu hadiseler olmalı ve hatta “Dersimi kökünden budardım” diyen cellat da böylece tanıdık hale gelebiliyor.

Kazım Karabekir de söz konusu dönemde Ruslardan geri alınmasından sonra Erzincan’a gittiğini ve Vehip Paşa’nın Dersim için kendisine şöyle dediğini aktarır: “Burası vahim bir çıbandır. Şimdiye kadar sarf olunan paranın ve dökülen kanların had ve hesabı yoktur.” (Karabekir 2011:595) Mustafa Kemal de 1937-38 soykırımı sırasında Dersim için “çıban” demişti. Böylece İttihatçılardan Cumhuriyet’e devreden Dersim siyasetinin ve Kürt düşmanlığının sürekliliğini buradan da görebiliyoruz. Ayrıca Dersim’de bu hadiseler olurken, Mustafa Kemal de 16. Kolordu komutanı olarak Diyarbakır’daydı ve hatta Dersim bölgesindeki hadiseler onun da görev alanı içindeydi.

Bu anekdotları da aktardıktan sonra, tekrar Celadet Alî Bedirxan’a döneyim. Bedirxan, görüldüğü üzere Sabri Süleyman gibi doğrudan ifadelerle Zo ve Lo meselesinden söz etmese de aynı mahiyetteki ifadeleri aktarıyordu. Ancak Bedirxan, 14 yıl sonra Mustafa Kemal’e yazdığı mektupta ise bu meseleden doğrudan söz ediyordu.

Mektubunun bu hadiseyle ilgili kısımda Bedirxan, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1916’da Kürtlere karşı hayata geçirdiği tehcir planından söz ederek başlıyor. Bedirxan, söz konusu dönem itibarıyla İttihatçıların, mesela Ermenilere yaptıkları gibi taktil yapmak (katliam) yerine temsil planını (asimilasyonu) esas aldıklarını belirtir. Zira Kürtler, İttihatçıların Turan idealinin ve amacının önündeki önemli engellerden biriydi ve bu engelin bertaraf edilebilmesi için asimilasyon yoluyla Türkleştirilmesi planlanıyordu. Bedirxan’a göre, bunun için bir kanun bile yapıldı ve “zamanın bedbaht padişahı Sultan Reşat’a da tasdik ettirildi.”

Burada bir parantez açmakta fayda var. Bedirxan, mektubunda İttihatçıların Kürt tehciri planının ayrıntılarını yazıyordu, ki daha önce kısaca aktardım. Ancak bu planın ayrıntılarını deşifre eden ilk yazılardan biri, Kurdistan dergisinin 3 Nisan 1919 tarihli 5. sayısında, yani Süleyman Sabri’nin aktardığım yazısının da yer aldığı aynı sayıda yayınlanmıştı.

“Mehmed” imzasını taşıyan ve “Dâhiliye Nazırı Cemal Bey Efendi Hazretlerine Açık Mektup” başlığıyla yayınlanan yazıda “Tehcire gelince: Tehcir Ermenilere mahsus değildir. Bilhassa Ermenilerin tehciri bir kere olmuş ise Kürtlerin tehciri sürekli tekrar etmiştir” deniliyordu. Ardından bu yazıda “Muhacirin Müdiriyet-i Umumiyesi tarafından” yayınlanmış olan ve “Kürt muhacirlerine mahsus” olduğu kaydedilen “yönetmeliğin iki maddesi” aktarılıyordu. Bu iki madde daha önce aktardığım planın Kürtlerin Türkleştirilmesi amacıyla Türklerin yaşadığı bölgelere serpiştirilmesi ve Kürt ileri gelenlerinin halkla irtibatlarının kesilmesi ile ilgili olan maddelerdi. Bu yazıda ayrıca söz konusu yönetmeliğin “Kanun-i Esasi’nin özüne muhalif” olduğu, yani dönemin anayasasına aykırı olduğu belirtilerek, bu sürgün yönetmeliğinden “Acem Ahmed Ağayef, Kürt Ziya Gökalp [ve] Yahudi Tekin Alpler” sorumlu tutuluyordu (Koç 2018:180).

Bu notu da aktardıktan sonra, tekrar Celadet Alî Bedirxan’ın mektubuna dönecek olursam; İttihatçıların aktardığım Kürt planının detaylarını anlattıktan sonra Bedirxan, Zo ve Lo meselesini de kapsayacak şekilde şunları yazıyordu (Yazım ve imla hataları korunmuştur):

“Burada bir vaka zikredeceğim: Umumi harp başlamıştı. Cepheye sevk olunmazden evvel ihtiyat zabit namzetleri talimgahının son devresinde muallim takım zabiti idim. Devre nihayetinde takımımda bulunan efendilerin derecei ehliyetlerine nazaran rütbelerini gösterir listeyi tanzim ederek bölük kumandanına vermiştim. Hararetli bir Türk Ocağı mensubu olan bölük kumandanı listeye bir göz gezdirdikten sonra hiddetle listeyi masanın üzerine attı ve bana ‘bu nasıl liste, Arabı, çorabı, Kürdü A sınıfına yazmışsın’ dedi. A sınıfı alüyyülala derecede zabit namzedi demekti. Bugün millet meclisinizde aza olan bölük kumandanının noktai nazarınca bir adamın künyesinde Halep, Şam veya Harput, Diyarbekir’in bulunması iyi numara almasına bile mani teşkil eylemeliydi.

“Komite merkezinde tanzim olunan planın Ermenilere ve Kürtlere ait olan kısmı mevki tatbike kondu. Ermeniler katliam edildiler. Kürdistan’ın muhtelif yerlerinden, plan mucibinde, Kürtlerin tehcirine ve müteaddit kafilelerin garptaki Türk vilayetlerine sevkine başlandı.

“Ermeni tehciri esnasında taktile alışmış olan muhafız kuvvetler bu alışkanlığı bazen Kürtler üzerinde de tatbik ettiler. Fikir adeta umumileşmişti.

“O tarihte Nuri Paşa ordusuyla Bako’da bulunuyordum. Ordu menzil karargah kumandanı idim. Karargah tabldotunda her gün 30-40 zabit bulunuyordu. Türk Ocaklarında terbiye almış olan birçok zabitlerden defalarca aynen şu sözleri işittim: ‘Gelirken ZU’leri bitirdik, dönüştü nöbet LO’lerindir’ Zo ile Ermenileri, LO ile Kürtleri kastediyorlardı.

“Osmanlılık ve hilafet devirlerinin ‘Gavura bakınca Kürt müslümandır’ zarbı mesali mana ve mefhum ifadesinde zaafe uğramıştı. Şimdi aranılan ne gavur ne de Müslümandı. Devrin aradığı Cengiz ve Timur’un ahfadı idi. Birçok milletler arasında eskinden beri dolaşan KAVMİ NECİP tabiri artık Türklüğe hasır ve tahsis edilmişti.

“Harbin beklenen neticeyi vermemesi üzerine İttihat ve Terakki’nin, esasen başa çıkmamağa mahkum olan bu planı kendiliğinden akim kaldı.

“Mütarekeyi müteakip İstanbul’a avdetimde muhacirin müdüriyet kayıtlarında yapmış olduğum tetkikata nazaran Kürdistan’dan 650.000 kişilik bir nüfus Batı Anadolu vilayetlerine sevk olunmuştu. Cepheye giderken Toros geçitlerinde bu muhacirlerden kafileler görmüştüm. Uzaktan öbek öbek toplanmış insan kümelerine benzen bu kafilelerin yanına gittiğim zaman görüyordum ki bunlar soğuktan taş kesilmiş (donmuş) insan heykellerinden başka bir şey değildiler. Vatanlarından çıkarılan bu insanların büyük bir kısmı bu suretle yollarda hastalıklardan, açlıktan ve soğuktan mahvolmuşlardı.

“1919 senesinde Kürdistan’a seyahatım esnasında, Halep’te bu kafilelerden birine rastladım. Memlekete geri dönüyorlardı. Kendilerinden aldığım malumata göre memleketten 485 kişi olarak çıkarılmış. Geri döndüklerinde yalnız 255 kişi kalmışlardı.

“İşte Paşa Hazretleri, İttihat ve Terakki zamanında ve harp esasında Türkleştirilmek istenilen Kürtlerin ve Kürdistan meselesinin birkaç satırda hülasa edilmiş bilançosu.” (Bedırhan1973:19-20; Ayrıca bkz. Bedirxan 1997)

Celadet Alî Bedirxan’ın Zo ve Lo meselesi ve bununla bağlantılı olarak İttihatçıların 1916’daki Kürt tehcir ve asimilasyon planıyla ilgili yazdıkları böyleydi.

Sonuç olarak, anlaşıldığı kadarıyla Zo ve Lo meselesinden ilk kez bütün meramı anlatacak biçimde söz eden kişi Nuri Dersimi değil, ondan en az 30 yıl önce Sabri Süleyman ve yine en az 20 yıl önce Celadet Alî Bedirxan’dı. Öbür yandan Dersimi’nin Bedirxan’ın bu anısından hareketle söz konusu cümleyi aktarması da muhtemeldir. Zira Bedirxan’ın aktardığım sözlerinin yer aldığı mektubunu daktilo haliyle yayınlayan da Nuri Dersimi’nin kendisidir.

Bununla birlikte İttihat-Terakki Cemiyeti üyeliğinden Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’ine transfer olan, Türkçülük için gözünü kırpmadan Karadeniz’de ve Ege’de Rumları, Koçgiri’de ise Kürtleri katliamdan geçiren Sakallı Nureddin Paşa da, her ne kadar bir kayıt yoksa da, tıpkı 1916’da Dersim’de katliam yapan Vehip Paşa gibi benzer bir söz söylemiş olabilir. Önemli olan ise, bu sözün Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş mantığını ve yüzyıllık tarihini sarih biçimde ifade etmesidir. Türklüğün hakim kılınması ve sürdürülmesi için asimilasyon ve katliam dahil her yol ve yöntemin benimsenmesi fikri ve siyaseti, aradan geçen yüzyılın sonunda, Celadet Alî Bedirxan’ın sözleriyle ifade edecek olursam, umumileşmiş durumda.

Kaynakça

Bedırhan, Celadet Ali (1973). “Mektup” / Mümtaz Mütefekkir CELADET ALİ BEDIRHAN’ın (Türkiye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine) Yazdığı Açık MEKTUP. (Naşiri: Dr. M. Nuri Dersimi). Halep

Bedirxan, Celadet Ali (1997). Kürt Sorunu Üzerine. İstanbul: Avesta Yayınları

Bozarslan, M. Emin (ed.-ter.) (1985). Jîn / KovaraKurdî-Tirkî / Kürdçe-Türkçe Dergi / 1918-1919. Cild II. Uppsala: WeşanxanaDeng

Bozarslan, M. Emin (ed.-ter.) (1986). Jîn / KovaraKurdî-Tirkî / Kürdçe-Türkçe Dergi / 1918-1919. Cild III. Uppsala: WeşanxanaDeng

Bozarslan, M. Emin (ed.-ter.) (1987). Jîn / KovaraKurdî-Tirkî / Kürdçe-Türkçe Dergi /1918-1919. Cild IV. Uppsala: WexanxanaDeng

Bozarslan, M. Emin (ed.-ter.) (1988). Jîn / KovaraKurdî-Tirkî / Kürdçe-Türkçe Dergi /1918-1919. Cild V. Uppsala: WexanxanaDeng

Dersimi, Vet. Dr. M. Nuri (1952). Kürdistan Tarihinde Dersim. Halep: Ani Matbaası

Dersimi, Vet. Dr. Nuri (1992). Dersim’e ve Kürt milli Mücadelesine Dair Hatıratım. Ankara: Özge Yayınları

Dündar, Fuat (2010). Modern Türkiye’nin Şifresi / İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918). İstanbul: İletişim Yayınları

Hür, Ayşe. Taner Akçam’a Cevaplarım. https://www.avrupademokrat3.com/taner-akcama-cevaplarim-ayse-hur/ Erişim Tarihi: 22 Aralık 2023

Karabekir, Kazım (2011). I. Dünya Savaşı Anıları. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları

Koç, Yunus (2018). Osmanlının Son Döneminde Yayımlanan Kürtçe Dergilerde Kimlik ve Siyaset Tartışmaları (1900-1920). Doktora Tezi. T.C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı

Malmîsanij, M. (2020). 1925’ten Önce Ayrılma Taraftarı Kürt Örgütleri. İstanbul: Vate Yayınları

Üngör, Uğur Ümit (2016). Modern Türkiye’nin İnşası / Doğu Anadolu’da Ulus, Devlet ve Şiddet (1913-1950). İstanbul: İletişim Yayınları

Veroj, Seîd (2015). MehmedMîhrîHîlav û KovaraKurdistan. İstanbul: İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları