Semyanî Perîzade: Queer Feminist ve Yapısökümcü Bir Kürt Kadın Sanatçıyım
Röportaj / Zozan Goyi

ekran_resmi_2023-10-22_01.27.10 LGBTİ bireyi olan ve kendini biseksüel olarak tanımlayan Kürt sanatçı Semyanî Perîzade, TV yapımcılığı/editörlüğü ve sunuculuğu deneyimlerinin yanı sıra esas kariyerine müzikle devam etmektedir. “Xewna Berevajî”, “Alo”, "Biryarekî” adında üç adet teklisi mevcuttur. Kesişimsel kimlikler ekseninde LGBTİ ve kadın hakları savunucusu olan Perizade, 20 Mart 2023 Türkiye genel seçimlerinde Yeşiller Sol Parti’sinden aday adaylığı başvurusu yapmıştır. Kendisiyle Kürt bir LGBTİ olarak deneyimleri ve düşünceleri üzerine konuştuk.

Zozan Goyî: Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

Semyanî Perîzade: Kendimi queer feminist ve yapısökümcü bir Kürt kadın sanatçı olarak tanımlayabilirim. Niş ve kendi anadilimde dünyaya pazarlayabileceğim bir proje üzerinde çalışmaktayım. Çünkü anadilimin yok olmaması ve korunması adına kendimi sorumlu hissediyorum. Bugün geldiğimiz nokta gösteriyor ki sanatımız, kültürümüz, aktivizmimiz ve siyasetimiz Kürt dili ile ilgili beklentimizin çok altında bir politik tavra ulaşmış durumda ne yazık ki.  İlaveten Kürt kadınlarının ve Kürt LGBTIQA+ bireylerinin varlıklarını döneme ait hissederek yaşayabilmeleri için dilin varlık üzerindeki etkisini önemsiyorum. Haliyle sanat pratiğim, ana dilimle ve ötekileştirilen diğer kimliklerimle bu perspektifte ilerliyor. Kesişen tüm kimliklerimle sisteme ve radikal İslam’ın deforme edip günümüzde pekiştirdiği feodal yapıya ve patriyarkaya karşı protest tavrımdan asla ödün vermeyi düşünmüyorum. 

Heteroseksist bir sistemde, Orta Doğu’da Kürt bir ailenin çocuğu olarak doğdum. Ailemin feodal yapısına, radikal İslam’a, sistemsel ve kurumsal ırkçılığa karşı çok mücadele ettim. Ve tabii geç de olsa sorunlu evliliğimi sonlandırıp cinsel yönelimimle barışıp mevcut hetero cinsiyetçi sistemin yanı sıra feodal bir düzene de kafa tuttum. Bu kararım zor olan bir karardı çünkü konforlu alanı değil kendimi tercih ettim. Haliyle köken ailem dahil birçok kişiden de uzaklaşmam anlamına geliyordu bu. Beni ayakta tutan en güçlü duygu da bir bütün olarak kimliğime tutunmam oldu, Kürdi üretimlerimi Queer Feminist bir kadın perspektifi ile üretmem oldu.

2018’den beri de görünür bir LGBTIQA+ bireyi olarak biseksüel yönelimimi açıkça ilan ettim. O tarihten beridir de bir kadın ile görünür bir ilişki yaşamaktayım. Queer Kürt feminist ve yapısökümcü bir sanatçı olmak her açıdan toplumla ve sistemle dramatik bir çatışma alanı demek. Irkçı, faşist ideolojiler ve homofobik, cinsiyetçi tavırlara karşı muhalif bir tutumum var. Haliyle bütün kimliklerimle ötekileştirilen bir özne yanı sıra bir sanatçı olmam tüm bu kimliklerimi kapsayan bir aktivizmle birleşti.

Cinsel yöneliminizden ötürü yaşadığınız baskı ve şiddetten söz eder misiniz?

Kürdi üretimler yapmayı ve kız arkadaşımla yaşamayı seçtim. Ancak LGBTIQA+ bir birey, ulusal kimliğine sahip çıkan feminist bir Kürt kadın olarak üretmek hem bölgede hem de ülkede yalnızlaşmak demek. Bu salt devlet ve iktidar kaynaklı değil, aynı saflarda göründüğünüz topluluklar tarafından da zorbalığa uğruyoruz. Bu ülkede görünür LGBTIQA+ bireyler, feministler, Kürt kimliğine sahip çıkanlar için hayat pek de kolay değil… Mesela pandemi döneminde evsiz kaldık. Ev sahibimiz komşulardan duyduğu üzere lezbiyen ilişki yaşadığımızı ve Kürt olduğumuzu gerekçe kılarak, gecikmiş üç aylık kirayı da bahane kılarak, evi boşaltmamızı istedi. LGBTIQA+ lar ve kadınlar bir kriz ortamı oluştuğunda ilk olumsuz etkilenen dezavantajlı guruplardır. “E madem öyle bu kadar niye görünür oluyorsunuz? Makul olun.” diyor bazıları. Fakat anlamadıkları şey ötekileştirilen ötekileştirildikçe varoluşunu sürdürmek için gerekirse en radikal ve marjinal şekilde kendini ve pratiğini ortaya koymak zorundadır. Zira sistem, tüm organlarıyla seni öğütüp yok etmeye programlıdır.

Pandeminin ikinci dalgasında İstanbul’dan bir yıllığına ayrılıp kız arkadaşımın ailesinde kaldık. Böyle bir görünürlükle ailelerle kalmak pek de kolay olmuyor. Bilen bilir…  İstanbul’a döndük. Bir kadın arkadaşımızın küçük bir odasında üç ay idare ettik ta ki toparlayıp bir düzen kurana kadar. Bir yıl çalışıp hayatımızı idame etmenin yanı sıra birikimimizi Kürtçe Queer Feminist bir şarkı ve klip üretimine harcadık. Fakat devamını getiremedik… Kürt dili statü kazanmadığı ve bir pazarı, piyasası olmadığı için Kürt sanatçıları ve Kürdi üreten tüm üreticiler zor durumda. Hayatlarını idame etmekte de üretmekte de oldukça zorlanıyorlar. Varoluşumu, temsil ettiğim ve aktivisti olmaya gayret ettiğim kesişen tüm kimliklerimle feodal, ırkçı, faşist, cinsiyetçi, nepotist ve kapitalist bir düzende gerçekleştirmek oldukça zor…

 İktidarın yönettiği ve desteklediği çoğunlukta olan muhafazakâr ve ırkçı kesimin Kürt fobilerinden, LGBTIQA+ fobilerinden, ahlakçı cinsiyetçiliklerinden ötürü ve de Kürt dilinin bir pazarının olmayışından ötürü yaptığınız işin profesyonel (ekonomik) takdiri de olmuyor. Bu imkanı oluşturacak kurumlar da hâkim kültürün elinde olunca elinizde kalan tek seçenek sponsor veya kaynak bulmak. Fakat yukarıda da belirttiğim gerekçelerden ötürü sponsor ve kaynak bulmak da imkânsız. Kaldı ki Kürt Feminist LGBTIQA+ bireyleri olarak bu sorunu dediğim gibi salt sistemle değil Kürtlerle de yaşıyoruz biz… Ana dilimde üretmem, Kürt kimliğimin ve LGBTIQA+ kimliğimin görünürlüğü nedeniyle sosyal medya mecralarında çok lince uğradım ve hedef haline getirildim. İktidarın kontrolündeki ana akım medyanın da hedefi haline geldim. Zaman zaman tehdit mesajları aldım. Bu durum bende bazen endişeye ve anksiyeteye de sebep olmadı değil. Her an dışarıda biri bana veya kız arkadaşıma zarar verir endişesi içinde olmak çok da iyi hissettirmiyor. Bu sistemin içinde dezavantajlı, sistem mağduru olarak duygusal/psikolojik, ekonomik şiddetin yanı sıra her an fiziksel şiddete de uğrama ihtimali ile var olmaya çalışmak yorucu ve endişe verici. Bazen sokakta kız arkadaşımla el ele gördüklerinde küfredenler oldu. Hatta üstümüze yürüyüp hırpalayıp tehdit edenler bile oldu.

Bu yıl da önceki yıllar gibi onur yürüyüşü yasaklıydı. Ben ve kız arkadaşım eyleme katılmadık, çünkü kız arkadaşımın gözleri 15 derece miyop ve göz sinirleri çok hassas. Herhangi bir darbede kör kalma ihtimali yüksek. Biz de oturduğumuz mahalledeki bariyerlerde duran polis memurlarından müsaade isteyip yemek ve kahve için dışarı çıktık. Bir sorun olmayacağının da teyidini alarak. Fakat evimize dönerken bizi el ele gören bir başka polis memuru tansiyonu yükseltti ve evimize gitmemize müsaade etmedi ve bir anda neredeyse bir düzine polis üzerimize çullanıp bize ters kelepçe taktılar. Ben direndim biraz, beni yere yatırdıkları için kız arkadaşımı göremiyordum ve başına darbe gelir diye epey endişelenmiştim. O gün eyleme katılmayan, keyfi tutuklanan kişilerden ikisiydik. LGBTIQA+ bireyi olduğuna kanaat getirdikleri kim varsa sokaktan ve kafelerden topluyorlardı. O gün 5-6 saat ters kelepçe ile araçta tuttular. Prosedürler uzadıkça uzadı. Saat 21.00 sularında başlayan keyfi gözaltı sürecimiz sabaha karşı saat 04.00’te son buldu. Bu anlattığım deneyimlediğimiz nice şeyden sadece biri.

İki ötekileştirilmiş kimliğin (ulusal/etnik ve cinsiyet) taşıyıcısı olmanın katmerli/çifte bir baskı anlamına geldiğini düşünüyor musunuz? 

Dünyada insanlar eşcinsel oldukları için öldürülmeye ya da trans oldukları için dövülüp yol kenarına atılmaya, belirli kategorilere ve kalıplara sığamadıkları için dışlanmaya ve şiddet görmeye devam ediyorlar. Bu durum, sınıfsal ve etnik farklılaşmalarda yaşananlar kadar önemli bir ayrımcılık biçimi. Ataerkil ikili cinsiyet sistemi tarafından üretilen cinsiyetlendirilmiş beklentiler birçok insan için çok büyük ve acılı sonuçlara sebep olmakta. Cinsiyet normlarını ihlal edenlerin kamusal ve özel hayatlarının neredeyse her bölümünü şekillendiren cinsiyet tahakkümüne dair deneyimleri sancılı oluyor. Buradaki tahakküm zalimce ya da acımasızca uygulanan güç kullanımı. Ataerkil sosyal yapı "arada" olan cinsiyetlere katlanamadığı için baskı ve şiddet de kaçınılmaz oluyor.

Patriyarkanın en yok saydığı, ikinci sınıf vatandaş muamelesi yaptığı kesim elbette kadınlar ve LGBTİQ+ bireyleri. Diğer taraftan sistemsel ve kurumsal ırkçılık öylesine sirayet etmiş ki bu topluma, LGBTIQA+ ve feminist mücadele alanlarında Kürt kimliğiyle var olanlardan rahatsız olunabiliyor. Bu alandaki Kürt olmayanlar dahi hâkim kültür ve milletten olmaktan kaynaklı imtiyazlı konumlarını koruma refleksi gösteriyorlar. Yani ötekileştirilenlerin kesişimsel mücadelesi hayati önem taşırken kendi içlerinde de bir ötekileştirme söz konusu.

Irkçılık ve sömürü karşıtı politika yapmanın erkeklere bahşedilmiş bir ayrıcalık olduğunu görüyoruz. Patriyarkal iktidarın karşısında hem kadın hem erkek hem LGBTIQA+ bireylerin hem Kürtler ve diğer ötekileştirilen azınlıkların mücadelesi ve ittifakını çok önemli buluyorum. Tabii bu ittifak için hâkim kültürden gelen imtiyazlı beyaz Türklerin aşmaları gereken çok daha ciddi bir sorunları var: Kurumsal/sistemsel ırkçı kodlardan arınmak… Demokrasi bu ülkeye bu sorun çözülmeden gelemez. Ortadoğu’da da değişim ve dönüşümü kadınlar ve LGBTIQA+ bireylerinin gerçekleştirebileceğine inanıyorum. Tabii kurumsal ırkçılık ve ümmetçilik handikabından kurtuldukları sürece. Başka türlü bir ittifak kurmak pek mümkün değil.

Velhasıl, bedeni bir hapishane mekânı, cinselliği de bu hapishanenin gardiyanı kılan bir sistemde yaşarken üzerine bir de Kürt kimliği eklenince elbette baskılar katmerlenerek artıyor; kültür, toplumsal cinsiyet ve ırk sorunu üst üste biniyor. Irksal ve cinsel olarak ıslah edilmesi gereken(!) bireye dönüşüyorsunuz.


Üçüncü dalga feminizm, postkolonyal feminizm ve kesişimsellik teori/hareketlerinin LGBTİQ+ (bilhassa da ezilen ulus ve sınıfa mensup olanlar) örgütsel veya kişisel mücadeleye etkilerine dair neler söylemek istersiniz?

Feminizmin sadece kadınlar için değil erkekleri, tüm cinsel kimlikleri ve cinsel yönelimleri kapsadığını savunanlardanım. Postkolonyal Feminizm, feminizmin üçüncü dalgasının başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Yapısökümcü teoriler arasında yer alan postkolonyal feminizm, bu anlamda, Batılı feministlerin çok uzun zamandan beri dile getirdikleri “ortak deneyim” postkolonyal feminizm tarafından yapısöküme uğratmıştır. Cinsiyet, cinsel yönelim, sınıf, ırk, ulus, engellilik ve yaş/kuşak gibi kategorilerin birbirinden bağımsız kategoriler olarak ele alınamayacağını vurgulayan kesişimsellik önemli bir yaklaşım olarak ivme kazanmıştır.

Batılı feministler kendilerine bir çeşit modernleştirme görevi yüklemiştir ve Doğu’daki kız kardeşlerinin de aynı yolu izlemesi gerektiğini düşünmektedirler. Dolayısıyla, Batılı feministler, Doğulu kadınların ‘kurtarıcı’sı olarak kendilerini konumlandırmıştır. Bu sebeple de imtiyazlı beyaz kadınlar, üstenci bir tavırla feminist hareketi domine etmeyi meşru görmüştür. Bu nedenle de postkolonyal feministler tarafından eleştirilmektedirler. Postkolonyal feministler, Doğu’da toplumsal cinsiyet mücadelesi ve kazanımları açısından beyaz kadınların katkılarını inkâr etmemekle beraber onların Batı dışındaki dünyada var olan toplumsal cinsiyeti ve sorunları tanımlamada ve değerlendirmede yetersiz ve eksik kaldıklarını düşünmektedirler. Batılı feminist hareketin kadınlar için ürettiği çözümler batı dışındaki dünyaya olduğu gibi uyarlanamaz. Doğunun kültürel, sosyal ve siyasal dinamikleri doğrultusunda bir paradigma ve mücadele gerekmektedir.

Ezilenlerin kesişimsel kimliklerin yanında imtiyaz hiyerarşisi doğuran farklılaşan kimlikler de taşıdıkları durumlar var. İmtiyaz yaratan kimliklerden birine sahip olanlar ezilenlerle ortak mücadele alanlarında bir tahakküm ve iktidar imtiyazına sahip olabiliyor veya bu imtiyazı isteme ve koruma refleksi sergileyebiliyor. LGBTIQA+ ve feminist platformlarda Kürt lubunyalar ve Kürt kadınları ile Türk lubunyalar ve Türk kadınları toplumsal cinsiyet bakımından kesişen ezilen bir kimliğe sahip olsa da etnik kimlik farkı Türk olanlarla Kürt olanlar arasında birincisinin lehine işleyen bir hiyerarşi yaratıyor.

Cinsiyet, sınıf, ırk, milliyet ve cinsel yönelim gibi farklı kategorilerde kesişen kimliklere sahip insanlara uygulanan ayrımcılık bu kimliklerin birkaçının veya tamamından kaynaklı olabileceğinden maruz kalınan baskı ve şiddetin tanımı da buna karşı mücadele de ancak bu kesişen kimlikler doğrultusunda yapılabilir. Kürtler de LGBTQA+ bireyler gibi devlet tarafından görmezden gelinen, inkâr edilen, "makbul" görülmeyen vatandaşlardır. Hem Kürt olmak hem de eşcinsel olmak bu kesişen iki kimlik doğrultusunda ve katmerleşen baskı ve şiddete maruz kalmak anlamına gelir.

Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren Türkiye’de de feminizmin ilkelerinin savunuculuğunu yapan ve kendilerini Cumhuriyet feministleri, laik feminist olarak adlandıran kadın gruplarının “öteki” kadınların diğer kimlikleri hususundaki haklarını savunmak bir yana, etnosentrik ve rejimi destekleyen bir tavır takınmışlardır.  Batı’da olduğu gibi Türkiye’de de var olan “Beyaz Feminizm”, yalnızca Batı’nın “çağdaş” ilkelerine uyan, modernleştirici bir hareketi temsil etmektedir. Bu kesimin öncülüğünü yaptığı feminist hareket, Türkiye’de yaşayan “öteki” kadınların cinsiyet temelli sorunları dışındaki diğer sorunlarını ve gerçekliklerini dikkate almaktan oldukça uzaktır. Bu hareket, Batı merkezli beyaz feminizm de olduğu gibi farklı etnik ve sınıftan olan kadınların farklılaşan kültürel ve tarihsel deneyimlerini küçümseyip önemsizleştiren veya görmezden gelen bir “ortak” mücadele stratejisi ve paradigması öne sürmektedir. Bu sebeple de tüm kadınları temsil etmekten uzaktır. Dolayısıyla da sistemsel sorunların yeniden üretilmesi ve sürdürülmesine hizmet eden bir hareket olmaya mahkûmdur.


Bir taraftan Kürdistan’daki toplumsal cinsiyet normları diğer taraftan egemen ulusun hem Kürdistan’a yönelik yasal, epistemik ve fiziksel şiddeti hem de kültüre ve sosyal hayata içkinleşmiş toplumsal cinsiyet ayrımcılığından kaynaklı benzeri şiddet gibi katmerli bir baskı ve şiddetle karşı karşıyasınız. Bu gerçeklik çok titiz ve hassas bir teori ve ideolojinin güdümünde bir mücadele gerektiriyor olsa gerek. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Farklılıkların kodlanmış anlamları bağlamında oluşan iktidar ilişkileri iç içe geçmiş tutsaklıklar yaratır. Bu koşullarda özgürlük arayışı, insanı hem toplumla, hem kendisiyle karşı karşıya getirir. Özgürlük arayışının ve bu uğurdaki görünürlük mücadelesinin nasıl, hangi kavramlarla, neye ya da nelere yönelik yürütüldüğü, toplumun ne kadar okunduğuyla ilgilidir. Ötekine muamele diğerinin inanç sisteminden üretilir. İktidarın üretimidir bu. Dışlama, inkâr, asimilasyon, ayrımcılık, kendine bağımlı kılma, yoksun bırakma, kapatma ve kısıtlama, rehabilitasyon, marjinalleştirme, yok etme gibi yöntemlerle emek sömürüsüne, cinsiyetçiliğe, militarizme, milliyetçiliğe, ırkçılığa dayalı meşruiyetini iktidar sisteminden alan çeşitli toplumsal şiddet türleri kimi zaman iç içe, kimi zaman birisi veya birkaçı öne çıkacak şekilde uygulanır. Toplumsal iktidar ilişkileri farklı olsalar da birbirini besler. Birey, bu birbirinin içine geçmiş bağlar arasında şekillenir, hem ezen hem de ezilen konumlarda kendisini var eder.

Egemen ulusun Kürdistan’a yönelik siyasi ve ırkçı şiddeti onun heteroseksist yapısıyla kol kola gitmektedir. İktidarın Kürdistan’a yönelik şiddeti çeşitlidir ve etki alanı geniştir. Örgütlü ve sistematik şiddete karşı mücadelede bir bütün olmak şarttır. Şiddetin örgütlenip sistematikleşmesi, ordulaşması, devletleşmesine karşı var olabilmek adına mücadeleye devam etmeli.

 
Kürdistan’da siyasi ve kültürel/sosyal açıdan LGBTİQ+ bireylere yönelik genel tutuma dair neler söylemek istesiniz? Kürdistan’ın bu açılardan Türkiye genelinden bir farkı var mıdır sizce? Varsa bu farklılığın sosyo-kültürel ve tarihsel bir arka planından söz edilebilir mi?

Cinsel özgürlüğün ve bunun için yürütülecek mücadelenin yeterli ve güçlü olabilmesi diğer tüm eşitsizliklerin (sınıfsal, etnik) azaldığı bir ortamda söz konusu olabilir. Kürdistan’ın sosyo-ekonomik ve ulusal mevcut durumundan kaynaklı sorunların çeşitliliği içerisinde cinsiyet eşitsizlikleri sorunlardan sadece biri olup öncelikli bir gündeme kavuşamıyor ne yazık ki. Kürdistan ne yazık ki toplumsal cinsiyet hususunda mücadele ve değişime ihtiyaç duyan oldukça büyük sorunlar barındırıyor.

Kürt LGBTİQ+ bireylerle hakim ulustan LGBTİQ+ bireyler arasında kişisel ve örgütsel gerçek bir dayanışma mümkün müdür? Kürt LGBTİQ+ bireylerin diğer LGBTİQ+ bireylerce etnik açıdan ötekileştirilmesine dair deneyimler Türkiye’de hangi yapısal/sistemsel soruna işaret etmektedir? Kişisel deneyimlerinizden veya tanıklık ettiğiniz deneyimlerden söz edebilir misiniz?

Etnik ayrımcılık, sınıf ayrımı ve ataerkil düzen ile sistem arasında son derece girift ilişkiler var. Bunlarla mücadele eden her hareket birbiriyle söylemsel ve yöntemsel ortaklıklara sahip. LGBTİQ hak ve özgürlük mücadeleleriyle ilişkiler adeta bir turnusol kağıdı işlevi görmektedir.

Onur Yürüyüşü'nde, düzenleme komitesinin katılımcılar için hazırladığı pankartların Türkçe, Ermenice ve Kürtçe olması, ilk Kürtçe LGBTI dergisi olan Hevjin Dergisi’nin, Kaos GL'nin Diyarbakır'da düzenlediği cinsiyetçilik ve homofobi karşıtı bir dizi söyleşiyi 'Li wir kes heye / Orada kimse var mı' adıyla Kürtçe ve Türkçe kitaplaştırması dayanışmanın örneklerinden. Ancak Kürt LGBTİQ insanların Kürtçe slogan attıkları için gaz bombası yerken diğer tarafta bu duruma kayıtsız kalarak bayram havası içinde dans ederek yürüyenler, etnisite ayrımını aşan bir dayanışma ve ortak mücadele alanının yetersiz olduğunun emareleri.

Kürt LGBTİQ+ bireylerle hakim ulustan LGBTİQ+ bireyler arasında kişisel ve örgütsel gerçek bir dayanışma elbette mümkündür. Fakat aileden başlayıp eğitim kurumları ve sosyal alanlara kadar sirayet ederek aşılanan kurumsal ırkçılıkla yüzleşilmesi öncelik isteyen bir gerçek. Bu yüzleşmeyi yaşayan hakim ulustan LGBTI insanlarla samimi bir dayanışma mümkün ama bu yüzleşmeyi yaşayamayanlar ortak mücadele alanlarında sistemsel ırkçılığı ve hakim ulustan olma imtiyazlarını masaya yatırmaktan imtina etmiyorlar. Mesela, Kürt LGBTİQ’lar ve Kürt feministler eylem alanlarında Kürtçe bir iki slogan attıklarında Türkçe sloganlarla gümbür gümbür çıkan seslerin cılızlaştığını, huzursuz olunduğunu ve bakışlarıyla “Şimdi bunun sırası mıydı?” şeklinde tacizlere bizzat şahit oldum.

Son zamanlarda Jîna (Mahsa) Amini’nin öldürülmesinden sonra Rojhelat’ta İran’da başlayan direniş ve eylemler dünyanın gündemine oturdu. Tabii diaspora Farslarının aktivistleri mümkün oldukça bu direnişi İranlılara mal etmeye çalıştılar. “Jin Jiyan Azadî” sloganı bu eylemlerde en sık kullanılan slogandı. Bu Kürdistanlı sloganın menşei Farslara mal edilince Türkiye’de meşruiyet kazanmış oldu. Bu yılki 8 Mart kadın yürüyüşünde de bu sloganı duyduk böylece. Oysa bu topraklarda bu slogan yıllardır vardı ama Kürt/Kürtçe olması onu kriminal bir slogan kılmıştı ta ki İranlı/Farsi kılınana dek. Biz Kürtler “Jin jiyan azadi” sloganını attığımızda diğerleri ilk kez bize hep bir ağızla eşlik ettiler. Ancak gel gör ki “Lubunyalar vardır, Kürdistan vardır!” sloganını duydukları anda sesler yeniden kısıldı. Yani kurumsal, sistemsel ırkçılık her yerde ve hayatı bize zorlaştırıyor.

Cinsel yöneliminden ötürü baskı ve şiddete maruz kalan, memleketini, ait olduğu toplumu, ailesini terk etmek zorunda bırakılan ve dışlanan ve genellikle Türkiye’nin büyük şehirlerine yerleşen Kürt LGBTİQ+ bireylerin büyük çoğunluğunun eskiden genellikle haklı bir kırgınlık ve öfkeyle geçmişiyle, kültürüyle ve toplumuyla bağlarını kopardığını ancak son zamanlarda ise etnik/ulusal kimlikleriyle ilgili mücadelelerde daha görünür olmaya başladığını ve bu kimliği daha fazla sahiplendiğini söyleyebilir miyiz? Böylesi bir görünürlüğü tetikleyen farklı dinamikler nelerdir? Bu dinamikler arasında egemen ulustan LGBTİQ+ ve hetero bireyler tarafından maruz kalınan etnik temelli ötekileştirilmenin ve de Kürt siyasetinin LGBTİQ+ bireylere yönelik olumlu siyasi argümanlarının başat bir etkisi olduğundan söz edebilir miyiz?

Aslında bu sorunun cevabı tam olarak sorunun kendinde mevcut; “egemen ulustan LGBTİQ+ ve hetero bireyler tarafından maruz kalınan etnik temelli ötekileştirilmenin ve de Kürt siyasetinin LGBTİQ+ bireylere yönelik olumlu siyasi argümanlarının başat bir etkisi olduğundan söz edebiliriz.” Egemen sistemin Kürt hareketini kriminalize etme çabasına Kürtler içinde ötekileştirilen Kürtler de meydan okuyor ve bu anlamda onları ötekileştiren soydaşlarıyla ortaklaşıyor.

Irkçılık ve homofobinin ortak yönleri var mıdır sizce? Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Nefret söylemlerinin kaynağı da sonuçları da aynı. Hepsi de birbirini besleyip büyütüyor. Türkiye’de nefret suçları ile ilgili kapsamlı bir yasal düzenlemenin olmayışı bu saldırıların sistematik bir biçimde devam etmesine sebep oluyor. Son dönemde özellikle Suriyeli mülteciler ile Kürt mevsimlik işçiler başta olmak üzere pek çok kesime yönelik saldırıların sayısında artış yaşanması da bu cezasızlık durumunun bir sonucudur.

İHD’nin “2019 İnsan Hakları İhlalleri Raporuna” göre 2019 yılı içerisinde bir kişi ırkçı saldırılar, beş kişi de LGBTİ’lere yönelik saldırılar sonucu yaşamını kaybetmiş, 27 kişi de uğradıkları nefret saldırıları sonucunda yaralanmıştır. 2020 yılında sadece İHD’nin tespitlerine göre 14 ırkçı saldırı olayında 3’ü Suriyeli çocuk olmak üzere 7 kişi öldürüldü. Söz konusu vakalarda en az 32 kişi de yaralandı.  2010 yılından bu yana 280 ırkçı saldırıda 15 kişinin öldürüldüğünü ve 1097 kişinin de yaralandığını görüyoruz.  Buna karşın, nefret suçlarındaki gerçek verilerin İHD’nin ulaşabildiği verilerin ötesinde olduğu görülmektedir. İHD ve alanda çalışan diğer kurumlara ait raporlar, nefret söylemi ve nefret suçlarının Türkiye’de gündelik hayatın bir parçası olduğunu gösteriyor.

 Kesişimsel feminist yaklaşıma karşı çıkan feministler bu yaklaşımın gerçekçi olmadığını ve “ortak” mücadeleye ve kazanımlara zarar vereceğini öne sürmektedir. Oysa gerçekçi olmayan birden fazla kimliğin taşıyıcısı olarak bireyin bu kesişen kimliklerin imtiyazı veya ezilmişliği nasıl pekiştirdiğini veya bu kimliklerin birbirine etkisini görmezden gelen bir yaklaşımdır. Örneğin tüm dünyada ırkçılık cinsiyetçi bir içeriğe sahiptir. Bu sebeple toplumsal cinsiyet sorunu ırkçı bir sistemde hiyerarşik üstünlüğe sahip olmayan milletten/ırktan insanlar açısından ırkçılıktan bağımsız bir şekilde ele alınamaz.

Kürt kadın hareketiyle Kürt LGBTİQ+ hareketleri arasında teorik ve ideolojik ortaklık ve dayanışma sizce tatmin edici bir düzeyde mi? Dünya genelindeki kadın hareketleri ve farklı fraksiyonlardaki feminist hareketlerin ve teorilerin toplumsal cinsiyet yaklaşımlarının merkezinde daha çok “kadın” vurgusu olduğunu, toplumsal cinsiyet teorilerin üçüncü cinsiyetleri yeterince kapsamadığını düşünüyor musunuz?


Kürt kadın hareketiyle Kürt LGBTİQ+ hareketi arasındaki teorik ve ideolojik ortaklık ve dayanışmayı maalesef yeterli bulmuyorum ve bu ortaklığın artması gerekliliğine inanıyorum. Kürt kadın hareketiyle Kürt LGBTİQ+ hareketinin ortaklığı büyük umutlar vaat ediyor. Her iki hareket de hem pratikte hem teoride birbirini güçlendirme potansiyeline sahip.