Hatice Yaşar İle Röportaj: Kürdistan, Siyaset ve Kadın,
Röportaj / Şehmîran Goyî

ekran_resmi_2023-10-20_19.41.06
Resim: Komelaya Rençderan 2. Kongre, Xecê (ayakta)
1980 askeri darbesi öncesinde kurulmuş sol örgütlenmeler olarak Rizgarî (Ankara’da kuruldu) ve Ala Rizgarî’nin kurucu örgüt liderlerinden olan ve her iki örgütünde aynı adla yayınlanan dergilerinin yazı işleri müdürlüğünü de yapan Hatice Yaşar’la (Xecê) Kürt ve kadın olarak siyasi hayatındaki deneyimlerine ve Kürt siyaseti/siyasetlerinde kadının durumuna dair konuştuk. Haymana’da doğan Yaşar, şu anda yetmiş üç yaşında olup Avrupa ve Güney Kürdistan’da yaşamakta ve hayatına Kürt ve kadın kimliği ekseninde aktivist olarak devam etmektedir.

Şehmiran Goyî: Hatice Yaşar (Xecê), adı onu doğrudan veya gıyabında tanıyanlar arasında her geçtiğinde ezber bozan yaklaşım ve çıkışlarıyla sadece egemen sömürgeci sisteme değil birlikte mücadele ettiği yol arkadaşlarına, kurucusu olduğu harekete de yeri geldiğinde meydan okuyan, hiçbir konuda sözünü esirgemeyen nevi şahsına münhasır asi ve cesur bir kadın olduğuna bilhassa dikkat çekiliyor. Zengin hayat deneyiminiz bağlantılı muhtelif konularda sizinle sohbet etmeyi ve düşüncelerinizden istifade etmeyi mümkün kılıyor. Ancak Xecê yaşı itibariyle bilhassa genç Kürtlerin pek tanımadığı bir isim artık. Bu yüzden genç veya sizden bihaber okurlarımıza takdim etmek üzere Xecê’nin biyografisini bizzat Xecê’den dinleyelim istiyorum. Buyurun…

18 Ocak 1951’de Haymana’da Şêxbizeynî aşiretine mensup bir ailede doğdum. Dokuz kardeşin en büyüğüyüm. Haymana’dan bahsetmeden kendimi tanıtmam mümkün değil bu nedenle önce Haymana’yı biraz anlatmam gerekiyor.

 Biz Haymana’ya “Merkeze”, yanı başındaki Ankara’ya ise hala “Enguri” deriz. Haymana’ya ilk gelenler/getirilenler Şêxbizeynîler olduğundan daha sonra gelen/getirilen Anadolu Kürdleri[1] açısından Haymana merkez sayılmıştır. Bu merkezin köylerinin birçoğu Polatlı, Cihanbeyli, Kulu, Bala ve Koçhisar arasında idari olarak paylaşılmasına rağmen kendi aramızdaki ilişkiler devam etmiştir. Yani Kürdler olarak yine bize dayatılan idari-siyasi sınırları ciddiye almamışız. Merkeze’nin içi ve çoğunlukla köyleri Şêxbizeynî’dir. Şêxbizeynîler Kürdistan’ın en güneyinde Kirmaşan, Qesrî Şîrîn, Îlam ve Xaneqîn de konuşulan Kürdçe’nin dördüncü lehçesi ile konuşurlar. Günümüzde Kerkük ve Sîlêmanî arasındaki genişçe bir bölgenin adı Şêxbizeynî’dir ama orada yaşayan Şêxbizeynîler Sorancaya teslim olmuşlarsa da, Kerkük ve çevresinde konuşulan Sorancaya ise kendi özel renklerini katmışlardır. Şêxbizeynîler bir aşiret konfederasyonudur. Sadece Haymana’da Xewend, Jîrkî, Lor, Hoze ve Turunlar benim çocukluğumdan hatırladığım ve bu konfederasyona dahil olan aşiret veya aşiretsel topluluklardır. Haymana’da bütün köy isimleri Kürdçe idi.

Kurmanç komşularımıza gelince ilk gelen-getirilenlerin Canbegler olduğunu sanıyorum. Çünkü daha sonra Kürdistan’da da rastlayacağım üzere Kürdler kendi lehçelerinden farklı bir Kürdçe ile karşılaştıklarında o lehçeye ilk karşılaştıklarının adını veriyorlar. Biz Kurmancî konuşuyorduk ama Kurmançca konuşan diğer bütün Kürdler Canbegî idiler. Uzunca bir dönem ben de Kurmançcaya Canbegi demeye devam ettim. Hala komşu Behdînan ve Soran Mîrnîşîn’lerinin birbirlerine taktıkları isimleri kullanmaya devam ediyoruz. ‘Kurdî Xwaru’ ile konuşanların hepsine Soran, onlara da tüm Kurmanca konuşanlara da Behdînî demeye devam ediyorlar. Zîrkan ve Reşwan Kurmanç aşiretleri de komşularımızdır. Taziyelerimiz ve düğünlerimiz ortak idi. Haymana’nın demografik yapısını bozmak için Türk devleti dışarıdan, Tatar, Laz ve hatta Arnavut bile getirdi ama Kürd “inadını” kıramadılar. Devlet destekli fiziki saldırıları da tüm Kürdlerin birlikte direnişi ile karşılaştı.

Türk devleti, 19. ve 20. yüzyılın egemen pozitivist-ekonomist anlayışı gereği Anadolu Kürdlerini ‘doğal asimilasyon’a terk etmişti. Bu nedenle Kürdistan’da yaşanan birçok baskı biçiminden muaf idik. Evlerimizde ve sokakta dil Kürdçe idi. Türkler/Türklük karşısında bir özgüvensizlik duygumuz yoktu.

Lehçe farkı gözetilmeksizin kızlar Kürdlerle evlendiriliyordu. Laz, Tatar ve Çerkes gelinlerimiz ise altı ay sonra Kürdçe konuşmaya başlıyorlardı. Büyüklerimiz her iki lehçeyi de konuşurlardı. Anam mübalağasız yüzlerce masal biliyor ve tüm yorgunluğuna rağmen gecelerimizi şenlendiriyordu.

Anam Xewend yani ‘koçer’ babam ise Jîrkî-bajarî idi. Günlük yaşamın idame ettirilmesinde tamamıyla birbirlerinden farklı ve sürekli bir didişme halinde idiler. Yazları anamın köyüne giderdim, döndüğümde halalarım ve babaannem beni yakalar ve Kürdçemdeki Xewend vurgularını unutturmaya çalışırlardı. Hala ‘Hak’ mı ‘Hag’ mı  (yumurta) ayrımını yapamam. Kız çocuğu idim ve her iki tarafın da (anne ve baba tarafı) bir kadından beklentileri farklı idi. Anama göre bir kadın hamur yoğurmayı, davar sağmayı, peynir, yoğurt ve ‘sawar’ yapmayı ayrıca her gün ‘nanê zirav’ı hazır etmeyi bilmek zorundaydı. Jîrkîler ise ev temizlemeyi ve güzel yemek yapmayı olmazsa olmaz şart sayıyorlardı. En büyük torun olmanın avantajının yanı sıra bu didişmeyi kendi lehime çevirmişim. Her iki tarafın da hayal ettiği kadın olmayı reddetmişim. Sadece anamı Jîrkîlere karşı korumak için ev temizliğine çok erken başladım. Babamı da dedeme karşı korumak zorundaydım. Sadece topraklarından gelen gelir ile yaşayan bir ailenin büyük oğlu olan ve para yönetme becerisi olmayan babam ha bire yeni projelerle gelip dedeme tarla sattırıyor ve çok geçmeden de iflas ediyordu. Ben on yaşındayken babam yeni bir proje ile bana geldi; Haymana’da Kürd kasap yoktu ve biz ilk Kürd kasap olacaktık. Beni ikna etti ben de dedemi ikna ettim ama ben de babamın yanında olacaktım. Dolayısıyla her gün sabahın üçünde kalkıp mezbahaya gitme, dükkânı hazırlama vb. hayat rutinim başladı. Tabii erkek cinsi ile neredeyse yirmi dört saatlik beraberliğim de.

Bu arada kaçak göçek bir şekilde okul hayatımı da devam ettiriyordum. Demokrat dedeme göre, kız çocuğu ilkokulu bitirebilirdi ama on üç yaşında da başı bağlanmalı idi. Ama ben okulu ve okumayı çok seviyordum. En az on kişi bir odada yatıyorduk, hem anama ve de hem babama yardım ettiğimden evde ders çalışma imkânım yoktu. Türkçeyi okulda öğrenmiştim ama başarılı bir öğrenci idim. İlkokul bittiğinde Haymana’nın ileri gelenleri babam ve dedeme okumaya devam etmem için baskı yaptılar. Bu baskılar neticesinde “hadi bir yıl daha okusun’ dendi ve böylece ortaokulu bitirdim. İlk sömestr sonrası kendi sınıf arkadaşlarıma ders vermeye başladım, kazandığım parayı anama ‘rüşvet” olarak veriyordum. Ev temizliği işlerim ve kasaplığım da devam ediyordu. Ortaokul bitti ve Haymana’da Lise yoktu. Ben ise fizikçi olma ve “atom bombasını etkisiz hale getirecek” bir şeyler keşfetme hayalindeydim. Babamsa “sen gidersen diğer çocuklarım ne olacak” deyip duruyordu. Parasız yatılı okul imtihanlarını duydum ve bu imtihana girdim. On üç yaş evlenme sınırını aştığım için artık dedemle çok iyi anlaşıyordum. Bursa’da parasız yatılı okula gitmeme kimse karşı çıkmadı. Böylece ‘Merkeze’ (Haymana) dışına okumak için çıkan ilk Şêxbizeynî kızı olmuştum.

Gittiğim okul yabancı dile özel bir önem veren ilk öğretmen okulu olup öğrencilerin neredeyse hepsi Marmara bölgesi ve İstanbul’dan idi. Haymana Kürdistanı’ndan gelen ben, hemen Kürdçe şarkılar eşliğinde Kürd olduğumu ilan ettim. Büyük olasılıkla gördükleri ilk Kürd idim ve aralarında daha sonra gelinimiz olacak olan biri de dahil hepsi etrafımda dönmeye başladılar. Kuyruk aradıklarını anladım ve “bilimsel” olarak izah ettim. “Kuyruklarımız çeşit çeşittir. Benimki keçi kuyruğu gibidir; bu nedenle fark edilmiyor” dedim. Bu hatunlar kısa bir süre sonra öğretmen olacaklardı ve ciddi ciddi Kürdlerin kuyruklu olduğuna inanıyorlardı.  Bir ay sonra üç Kürd daha geldi ve hemen grubumuzu/komünümüzü kurduk. Maraş Göksun’dan gelen arkadaş beni bir kenara çekerek “her yerde Kürdüm diyorsun, yanlış anlaşılır” deyince kocaman bir şok yaşadım. Ben Türkler karşısında bir Kürd olarak kendimi bırak küçük görmeyi onlardan birçok hususta daha iyi olduğum özgüveni taşıyorken ve onları yanlış anlamıyorken problem neredeydi? Velhasıl ben “Eyb e mirov pesnê xwe bide” inancıyla Kürdlüğümü ilan etmeye devam ettim.

Bursa’da ilk öğrendiğim şey ise aile arasında yıllarca benimle dalga geçilmesine neden oldu. Okulda ‘evci’ çıkan arkadaşlarımız vardı ve ben ilk kez Kürd olmayan birilerinin evine gidiyordum. Kapıların kilitlendiğini gördüm. Evimiz şehrin merkezinde olmasına rağmen bizim evin kilidi yoktu. Sömestr tatilinde ilk iş olarak anamdan evin anahtarını istemek oldu. Anam şaşırdı. “Herkes gece yatarken kapıyı kilitliyor” dedim. Anam güldü, “Xelk ji diziyê ditirse dizên Haymana Xal û Mamê te ne" dedi.

Bu arada çocukların ve yaşlıların dilenmediği ve kadınların satılmadığı (bunlara ilk kez babamla Ankara’ya ilk gelişimde geldiğimde şahit olmuştum ve babam bana durumu güçlükle kavratabilmişti. Tepkim de “bu dünya çok kötü” demek olmuştu) bir dünya talebi ile kendime sosyalist demeye başlamıştım. Okulu derece ile bitirdiğimden tayin olmak istediğim şehirleri seçmem istendi. Hiç tereddüt etmeden baba tarafı aileme adını veren Emer’ın şehri olan Elaziz veya yakınlarındaki bir okul istedim. Ama tayinim adını ilk kez duyacağım Gercüş yatılı bölge okuluna çıktı. Haymana neredeyse referandum süreci yaşadı benim görev yerine gidip gitmemem hususunda. Kürd olmayan memurlar babama “Bu kız oradan Barzani’nin yanına gider, hem de çok küçük” diyerek onun gözünü korkutmuşlar. Babam daha evvel hemen hemen hiç kullanmadığı babalık otoritesini kullanarak istifa etmemi istedi. Hemen asıl otorite olan dedeme koştum. Gömülmek istediği topraklara gideceğimin mutluluğunu yaşayan dedem, bastonunu göstererek “Ben kendim götüreceğim ve ev tuttuktan sonra ananızı da yanımıza alacağız” diyerek ailede tek otorite olduğunu hatırlattı. Dedemle yola çıktık. Kürdistan’a ilk gidişimdi. Yayla çocuğu olan ben ilk kez kavurucu sıcaklar ve susuzluk gerçekliği ile karşılaşıyordum. Dedem on sekiz yaşında bir delikanlıya dönmüş ve harika Kurmançcasıyla o uzun yol boyunca herkesle akrabalık kurmuştu. Bu arada ben Gazi Eğitim’in de imtihanına girmiştim, benim okumaya devam etme isteğimi babamın kullanacağından ve beni Ankara’ya çekeceğinden korkan dedem, sık sık babam hususunda beni uyarıyordu. Gercüş’e vardık, ev tutuldu, tüm kasaba ile akrabalıklar kuruldu ve aniden babamdan bir telgraf aldık. Gazi Eğitim Fransızca bölümünü kazanmıştım. Bir yıl önce Fen Fakültesi’ne “diğer çocuklarım ne olacak” diyerek karşı çıkan babam, Peşmerge olmayayım diye 68’in en hararetli günlerinde beni Ankara’ya çağırıyordu. Batman üzerinden kara trenle döndük, günlerce süren bu yolculukta dedem benim anlattığım sosyalizme de ikna oldu.

Kadın ve Kürd kimliğiyle barışık, her ikisine de toz kondurmayan ben, artık Ankara’nın sıcak siyasi hayatına aktif bir biçimde katılacaktım.

Kürd’düm, Şêxbizeynî’ydim, babam Jîrkî, anam da Xewend-Zîrkî’ydi, Male Emer’dim ve Soro’nun kızıydım. Kadındım ama babamın-dedemin deyimiyle erkeklerin yaptığı her işi onlardan da daha iyi yapabilirdim. Kapısı kilitlenmeyen bir evde “Cenazey Malî Emer li erdê be, kes nawerî nêzîkê bê” sözleriyle büyümüştüm. Sosyalist mücadeleye ise insan türüne layık daha güzel bir dünya hazırlamak için başlıyordum. Ankara’ya geldiğimde kıdemli bir DEV-GENÇ’liydim ve gerçekten de el üstünde tutuluyordum. DDKO’lar kurulmuş ve DEV-GENÇ aniden Kürdler adında bir gerçeklikle karşı karşıya kalmıştı. Lenin ve Stalin’in ulusal sorun ile ilgili kitapları alelacele “tercüme” edilmişti. Ve üniversitelerde ulusal sorun başlığı altında seminerler veriliyordu. Gazi Eğitimli DEV-GENÇ’lilere ise ulusal sorun konusunda seminer vermek için “ya da wan bi xêr” Hüseyin Cevahir ve Dev-Genç genel sekreteri Kazım Özüdoğru gelmişti... Büyük amfide seminer başladı ve sık sık Kürdler’den bahsediliyordu. Seminer bitti, kimseden ses çıkmadı, kalktım ayağa “Ne bu Kürd Kürd deyip duruyorsunuz, böyle devam ederseniz bütün Kürdler Barzani’ye gider” diyerek tekrar oturdum. Birisi gelip ‘sosyal-şoven’ olma dedi. Hiç üzerime alınmadım zaten ‘şoven’in de ne olduğunu bilmiyordum.

Birkaç gün geçti, yurdun önünde çimenlere uzanmıştım. İki genç geldi (birisi Faik Bulut idi) kapıya “Doğulular toplanıyor” diye bir plaket astılar. Doğulu denince Kürdlerden bahsedildiğini biliyordum. “Arkadaş ben de Kürdüm gelebilir miyim” dedim, buyur ettiler. Akşam Kazım Budak öncülüğünde on kişi toplandık. Bursa’dan beri birlikte olduğum Esma ile birlikte iki kadındık. İlişkilerimizin devam etmesi ve birlikte hareket etme konusunda anlaştık. Kazım yaklaşarak “Kız yurdunda bir kız varmış, Kürdlere karşıymış bir araştır bakalım kimmiş” dedi, o kız benim dediğimde ise hiçbir şey söylemedi.

DEV-GENÇ’in folklor ekibinde halay çekiyordum. Bir salona davet edildik, baktım başka bir grup daha prova yapıyor ve kızlar çok kötü oynuyor. DDKO’nun folklor ekibiymiş. Önce Dev-Gençlilere gidip ben ve Esma’nın DDKO ekibine katılacağımızı söyledim ve ardından DDKO ekibine yaklaşarak “Biz Kürdüz, sizinle halay çekmek istiyoruz” dedim. “Ya da wî bi xêr” Ferid Uzun ve Mustafa Özer ile yoldaşlığımız böyle başladı.

Nail Karaçam, faşistler tarafından katledildi. Ertesi gün yapılacak büyük mitingde DEV-GENÇ’li kadınlar olarak biz bildiri dağıtacaktık. Miting başladı tam Tandoğan köprüsünün altından geçerken bir slogan tüylerimi diken diken etti. DEV-GENÇ’li Sosyalist yoldaşlarım “Tanklarıyla, toplarıyla gelseler dahi, bağımsız olacak TÜRK’ÜN ülkesi” diye haykırıyorlardı.  Peki, Kürdlerin ülkesine ve Merkeze-Haymana’ya ne olacaktı?   Benim bu ‘yoldaşlarla’ ne işim vardı sorularıyla boğuşurken bir grup erkeğin bildiri dağıttığını fark ettim, oysa bir gece önce DEV-GENÇ’te bildirileri biz kızların dağıtacağı kararı alınmıştı. Bildiri dağıtan erkekler DDKO’luymuş. Hemen kendi bildirilerimi DEV-GENÇ’li kızlara verdim ve sonradan sevgili Hemid Geylani olduğunu öğrendiğim DDKO’luya yaklaşıp “Ben Kürdüm, bu bildirileri ben dağıtmak istiyorum” dedim ve Dikimevi’nde bulunan ordu evindeki subaylar dahil önüme gelene bildiri verdim ve mitingi DDKO kortejinde tamamladım. Ve ilk fırsatta DEV-GENÇ başkanı Ertuğrul Kürkçü’ye istifamı sundum. Artık DDKO’lu olmuştum ama birçok konuda zorlanıyordum. Kimse Şêxbîzeynice bilmiyordu ben de Kurmançca konuşamıyordum. Benim ‘eyb e mirov pesnê xwe bide” diyerek serbilind bir şekilde taşıdığım ulusal kimliğim tehdit altındaydı, komando zulümleri altında Kürd köyleri inletiliyordu. Hem de Türk devletinin görüp göreceği en demokratik 60’lı yılların anayasası yürürlükteyken.

Günlerce aç bırakılmış bir çocuk gibi dalmıştım Türk devletinin Kürd mutfağına. Bu zorlu süreçte herkes özenli idi ama özellikle Kazım Budak, sevgili Ferid Uzun ve Mustafa Özer sabırla hep yanı başımda oldular.

Tehdit altında olan milli kimliğimi savunmak için gözüm dağlarda önce Dr. Şivan’ın partisine üye oldum. 75 yazında da Rizgarî siyasi hareketinin kurucularından biri idim. O vakitler örgütler bir dergi etrafında kurulur ve faaliyet gösterirdi. Rizgarî dergisinde Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketinin Tezleri’ni yazıyorduk. Sürecin adını da bu sebeple ‘İdeolojik İnşa’ koymuştuk. Ortaya konan tezlerin şahsa değil Rizgarî’ye ait anonim tezler olduğunun altını çizmek adına -ki yayınlanacak her yazı herkesin kontrolünden geçer öyle onay alırdı, yayınlanan yazılarda herhangi bir ismin imzası olmazdı- yazılar Rizgarî adıyla yayınlanırdı.

 Daha sonra fikir ayrılığımdan ve hayal kırıklarımdan ötürü Rizgarî’den ayrıldım ve hemen akabinde birkaç arkadaşla birlikte Ala Rizgarî’yi kurduk.

Siyasi hayatınızdaki deneyimlerinizin ve değişip dönüşerek ilerleyen ideolojik yaklaşımınızın bütünsel ve bağlantısal bir şekilde değerlendirmesini mümkün kılacak olan kişisel backroundunuza dair bu önemli detaylardan sonra aktif rol aldığınız Kürt siyasetindeki deneyimlerinizden ve genel olarak Kürt siyasetine dair değerlendirmelerinizden bahsedelim istiyorum…

Şöyle bir ilave yapalım; Kürdistan siyasi arenasında leadership saflarında yer alan bir kadın olarak…. Bu önemli çünkü benim bazı deneyimlerim benim özel durumlarımla alakalı.

Erkeklerin tekelinde olan ve özenle korunan bu alan kadınlara yasaktır ve kadın, ihtiyaç duyulduğunda başvurulan bir yedek güçtür. Karar merkezleri ise kadınlara kapalı alandır. Sadece bizde değil planetimiz üzerinde bu alanda yer alan kadın, güçlü bir erkeğin kızı, karısı, dostu ya da bacısı olmak ve bilhassa da ‘erkek gibi kadın olmak’ zorundadır…  Ben ise bu sahaya adım atarken ne birinin kızı ne birinin karısı-dostu ve ne birinin bacısı değildim. Daha da beteri Kürdistan’da büyümemiştim ve konuştuğum Kürdçe, Kürdistan’ın Kuzeyinde pek de bilinmeyen bir lehçe idi. Ayrıca ‘erkek gibi kadın’ formülasyonuna karşı çıkmam gerektiğini çocukluğumdan itibaren babamdan öğrenmiştim. Kadındım ve erkeklerin yaptığı her işi onlardan daha iyi yapabildiğimi kasaplık tecrübemden biliyordum. Ekstradan erkeklerin beceremediği, derede çamaşır yıkama, ev temizleme hatta gazocağını yakıp çay pişirme gibi işleri becerebiliyor ve de okulda da erkeklerden daha iyi olabiliyordum. Velhasıl Haymana’dan çıktığımda erkeklere birçok konuda acıyordum bile. Yani milli kimliğim ile ne kadar barışık isem kadın kimliğimle de aynı oranda barışık idim. Dolayısıyla kesinlikle kadınlara yasak bu alana tepeden daldığımda ne ben ne de benimle birlikte aynı kurulda yer alan erkek yoldaşlarım ileride neler ile karşı karşıya kalacağımızı bilmiyorduk. Ben ‘özgür’ bir kadın olarak, hayatımda önünden bile geçmediğim hatta Kürdistan’da var mı, yok mu bile bilmediğim proletaryanın öncüsü olarak tüm Kürdistan’ı özgürleştirecek sosyalist yoldaşlarım ile yola çıktığıma inanıyordum. Onlar ise yaşı küçük, Kürdistan’da büyümemiş, adı sanı duyulmayan her işe koşturacak bir militanı Türk solunun pençesinden kurtardıklarını düşünüyorlardı…

Zîrki, Xewend ve Jîrkî gibi üç büyük aşiretin çocuğu olarak, Kürd patrialkalizminin kadını nasıl ikinci cins haline getirdiğini kendi yakın çevremden biliyordum.  Ana tarafımda ağa olan dedemin kendi kızlarını on iki/on üç yaşlarında nasıl evlendirdiğini, kendi amcasının oğlu ile evlendirdiği anamı, vaat edilen başlıktaki bir koyun-dana eksikliği nedeniyle hamileyken nasıl geri aldığını, çocuğun kırkı dolmadan anamın kucağında Haymana’ya getirilip oradan bilinmez bir çocuk yuvasına verildiğini, babamın anamı nasıl kaçırdığını, evlenmek istemeyen ufacık teyzemin dayısı tarafından ‘çil kezî’sinden tutularak nasıl sürüklenip götürüldüğünü… Daha bajarî ve ‘demokrat’ olan baba tarafından dedeme göre ise kızlar on üç yaşında ilk isteyene verilmeliydi (Zengin fakir veya bajarî, gundî olması fark etmiyordu. Sevgili dedemin ‘demokrat’lığı bundan dolayı idi). Başlık, berdel vb. kadını aşağılayan adetlerin dışında anam açısından beni evde kalmaya mahkûm eden bazı davranışlar zorunluydu. Kadın koşmazdı, yüksek sesle konuşmazdı, evlendikten sonra hiç konuşmadan üç gün boyunca “bûka li pişt perdê” olmak zorundaydı, kayınpeder ve kayınvalide izin vermeyene kadar onlarla konuşmamalı, izin verildikten sonra da alçak sesle konuşabilmeliydi. Büyüklerinin yanında çocukları ile ancak işaret yoluyla anlaşabilirdi (Bu son kural çok işime yarardı. Anam ve babamın bana kızacakları ve hatta anamdan dayak yeme ihtimalim olduğu durumlarda hemen dedemin dizinin dibinde oturur, kızgınlıklar geçene kadar dedemden ayrılmazdım).

Ben ‘kurtulmuştum’ ve anamın, hala ve teyzelerimin maruz bırakıldıkları bu kötü koşulları değiştirmenin yolunu çok erken yaşlarda ‘sosyalizmi’ keşfederek bulmuştum.

75 yazında yeni bir siyasi hareket kuruluşunda yer almam önerildiğinde bu hareketin sosyalist olması ilk şartım oldu. Böylece Rizgarî hareketinin sosyalist kurucuları içinde yer aldım. Rizgarî hareketi Kürdistan’ın Kuzeyinde çok önemli bir kilometre taşıdır. Yıllardan sonra ilk kez bir yayın organı Kürdçe bir isim taşıyordu, Türkçenin yanı sıra Kürdçeye de yer veriyordu. Kürdistan’ın uluslararası bir sömürge olduğunu savunmak bir yana bunu teorize de ediyor ve Kürd halkının ulusal kurtuluş mücadelesinden bahsediyordu. İlk deklarasyon dahil dergide çıkacak olan her yazı cümle cümle hepimizin onayından geçmek zorundaydı.

Yaş olarak en küçükleriydim, çoğuna ‘abi’ diyordum. Saygılıydım ama yazılar tartışılmaya başlandığı andan itibaren dedesi ve babası ile kıran kırana tartışan ‘ben’ geri geliyordu. Anlamadığım hele bir de yanlış olduğuna emin olduğum en küçük formülasyonda bile teslim olmam mümkün değildi. Daha ilk toplantımızda çıkış deklarasyonunun hazırlanma sürecinde en büyük ‘abi’ ile karşı karşıya geldik. Lenin’e ait bir formülasyon yanlış yazılmıştı. Yanımdakilere, bana yakın olduğunu düşündüğüm arkadaşlara gösterdim, yanlış olduğunu bildikleri halde sıra kendilerine geldiğinde geçiştirdiler. Oysa öylesine fahiş bir hataydı ki Türk solundan ayrı örgütlenmemiz gerekliliğini bile ortadan kaldırıyordu. Sıra bana geldiğinde son derece kibar ve o zamanki aksansız Türkçemle “Abi galiba daktilo hatası olmuş, bunu düzeltelim” dediğimde büyük bir tepki ile karşılaştım. Direndim, “oylayalım” dendi, “Esasa ilişkin ayrılıklarda oylama olmaz, hayır” cevabı aldılar. Bu arada ayağa kalkıp gitmeye hazırlanıyordum ki büyük ‘abi’; “Tamam yarına kadar bu konuda yazılı olarak her ikimiz de hazırlanalım” dedi. Eve geldim, Lenin’in söz konusu formülasyonunun Türkçe, İngilizce ve Fransızca versiyonlarını karşılaştırarak bir metin hazırlamaya başladım. Garip duygular içinde şaşkındım daha yakın olduğumu söylediğim iki arkadaş gülerek eve girip “Ne yapıyorsun, hadi çıkalım, boşuna hazırlanma. O, yarın o formülasyondan vazgeçer” dediklerinde şaşkınlığıma şok ve doğruyu bilmelerine rağmen sessiz kalan bu iki arkadaşım adına utanma da eklendi. Böylece daha sonraları binlerce örneği ile karşılaşacağım, anı kurtarmak için en kutsal ilkelerin bile ayakaltı edilebilinir olduğu reel-politika ile tanışmış oluyordum. Ertesi gün ben elimde kitaplar ile gittiğimde malum büyük ‘abi’ sakin bir biçimde “Tamam bu formülasyonu çıkaralım. Xecê gençtir; zamanla olgunlaşır, öğrenir” dedi. Birlikte olduğumuz üç yıl boyunca, benzeri durumlarda ‘o gençtir’e, “Kürdistan’da büyümemiş, Türk solunun etkisindedir”ler de eklendi. Benim açımdan sosyalist arkadaşlarım o kadar kutsal idiler ki “Ben DEV-GENÇ’ten geliyorsam, sizler de TİP kökenlisiniz” demeyi bile bir saniye aklımdan geçirmiyordum.

Onlara, “Kimlere yazdığımı bilmeliyim bu nedenle Kürdistan’a gitmek istiyorum” dediğimde “Kürd halkı kadın lider kabul etmez” dediler. Derginin (Rizgarî) sorumlu müdürü olması hasebiyle hakkında onlarca yılı aşan cezalar istenen ben sinirlendim, “Kürdler, benim Türk devletinin, polisinin eline düşme ihtimalini göze alabilip benimle yüz yüze gelmekten mi rahatsız olacak? Hemen Kürdistan’a gidiyorum. Dediğiniz doğru çıkarsa bu sistemle kavga etmenin başka yollarını ararım” diyerek çıktım. Birçok şehirde hem de seminerler vererek, dolaştım. Siyası hayatımın en öğretici ve mutlu edici seferlerinden biri oldu. Yalanın da devreye girmesiyle arkadaşlarımla aramızdaki siyasi ayrılıklar iyice derinleşiyordu. Rizgarî hareketinin merkezi dörde üç (ben ve iki arkadaş) olarak ikiye bölünmüştü. Toplantılarımız saatlerce bazen günlerce sürüyordu.

78 sonbaharında bir akşam toplantı yine geç saatlere kadar sürdü. Böylesi durumlarda arkadaşlardan biri evime kadar bana eşlik ediyordu. Bu kez abi dediklerimden biri bana eşlik etmek istedi. “Önce bir kafede oturup biraz sohbet edelim” dedi, oturduk. “Ne olacak” diye sordu “Ayrılacağız” dedim. “Sen aranıyorsun, Avrupa’ya git” önerisini yaptı (Benden önce, dergideki iki sayının sorumlu müdürü olan Mehmet Uzun, “Bunlar çok dedikoducu siyasi geleceğimiz ile oynarlar” diyerek gitmişti). Bu öneriyi reddettim. “Korkmuyor musun, sen kadınsın” diyerek aniden kadın olduğumu hatırlattı sevgili sosyalist ‘abi’m. “Evet, biliyorum” dediğimde “Benimle yattığını söylerim” cevabını aldım. Gözlerim kocaman açıldı, şöyle bir baktım “İyi ama da sen çok çirkinsin abi” cevabını aldı. Hiç korkmadım, ayrıldıktan sonra dergilerinde ‘Dernek Yosması’ diye yazmalarının neyin ateşleyicisi olduğunu anlamadım bile. Sadece onları ne kadar çok sevdiğimi düşünürken gizli gizli ağladım. Suçu sosyalist olmamalarına bağladım. Bir de 12 Mart döneminde Tercüman gazetesinde (Ahmet Kabaklı) ve sık sık yakalandığımda Türk polislerinden de bu ithamları (‘yosma’ vb.) defalarca duymuş ve hiç üzerime/üzerimize alınmamıştım/alınmamıştık.

Siyasi ve ideolojik yol arkadaşlarınızla yol ayrımına giden bardağı taşıran son damlalar misali gelişen bu olaylar, DEV-GENÇ’le başlayıp DDKO ve akabinde Rizgarî’de devam eden siyasi hayatınızda yeni bir yol ayrımını daha tetikleyecek ve Ala Rîzgarî kurulacak… Bundan sonra anlatacaklarınız Ala Rizgarîli olduğunuz sürece ilişkin yani.

Aynen öyle. İki sosyalist arkadaşım ile birlikte 3 Aralık 78’de bir daha dönmemek üzere Kürdistan’a hareket ettik. Ala Rizgarî olarak yeniden örgütlendik. Ala Rizgarî dergisini yayınlamaya başladık. Yine sorumlu müdür ben oldum. Kürdistan’ın hemen hemen her yerinde seminerler üzerinden ayrılık nedenlerimizi deklare ettik ve “Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi ile ilgili tezlerinin asıl savunucusu bizleriz” dedik.

Kürdistanî idik yani dört devleti birlikte hedef alıyorduk ve silahlı mücadeleyi savunuyorduk. İlk iş diğer parçalardaki kendimize yakın bulduğumuz örgütler ile ilişki kurmaktı. Güneyde Komelay Rençderanî Kürdistan ile ve İran Şahı’nın yıkılması sürecinde özgürleşen Kürdistan’ın doğusunda da Komelay Zaxmetkêşanî Kurdistan ile ilişki kurduk. Her iki parçada Peşmergelik sürecimiz başladı. Cunta geldiğinde “Türk devleti bizi kavgaya davet ediyor, daveti kabulümüzdür” diyerek bildiri dağıttıktan sonra, üçüncü arkadaşımız tüm prensiplerimize aykırı olarak Merkez Komite düzeyindeki tüm kadroları toplayarak Şam’a gitmişti. İki ayrı tecrübe yaşanıyordu. Ancak bir buçuk yıl sonra bir araya gelebildik. Bu kez ayrılıklar sahadaydı ve çok daha ciddi idi. Kurtarılmış bölge tezinin Kürdistan’da en azından sömürgeci devletlerden birinin hegemonyasına girmek olduğunu bu nedenle yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini ve revizyonist olmasına rağmen stratejik dost saydığımız SSCB’nin ve kurucu tezleri olarak Leninizmin sosyalist olmadığını ve Kürdistan Kurtuluş hareketini ihtiyaç duyduğunda kendi çıkarları için kullandığını savunuyordum. Altı ay sürdü tartışmalarımız. Sosyalist arkadaşlarımın bir kez daha yalana başvurduklarını fark ettiğimde birlikte hareket etmenin mümkün olmadığını anladım ama iki yıldır dağda olan arkadaşlarım dışında zindanlarda da yüzlerce arkadaşımız vardı. Hayatımın en zor süreçlerinden birini yaşıyordum, önce çadırıma sonra odama kapandım. Leninist bir teşkilat idik ve ikiye karşı bir idim. İki arkadaşımın sıradan pragmatik reel-politikerler olduğunu ve iktidar için her yola başvuracaklarını artık biliyordum. Rizgarî’nin ‘İdeolojik mücadele, politik dostluk’ prensibine rağmen bir önceki arkadaşlarımız dara düştüklerinde silaha başvurmaktan imtina etmemişlerdi. Ama bu kez elimizde kalaşnikovlar vardı ve kalaşnikov bir kez patlamaz. Bu arada iki arkadaşım tezleri tartıştırmak yerine “Bir Troçkiste âşık olmuş, evlenecek, dağdan kaçıyor vb.” ithamlarında bulunup üç yıl önceki ‘yosma’ silahına başvurdular (Bu arada arkadaşın kendisi hem de Tahran üzerinden Şam’a uçabiliyorken ben hala dağdaydım ve hayatımda henüz hiç Troçki okumamıştım). Ama bir konuyu gözden kaçırmışlardı; ben her okuduğumu ve her öğrendiğimi tüm arkadaşlarımla paylaşıyordum. Bu anlamda bizim üslerimiz aynı zamanda birer okula dönüşmüştü. Bütün arkadaşlarım, ilişkili olduğumuz Kürdistan’ın iki parçasından mezkûr teşkilatlar ve peşmergeler benim görüşlerimi biliyorlardı. Bu yüzden ancak ortadan kaldırılmam durumunda benden kurtulabilirlerdi. Ayrıca artık Ankara’daki küçük kız değildim, tüm Kürdistan’da bulunmuştum ve silahta da ben onlardan daha güçlüydüm. Leninist-jakobin örgütün tanıdığı imtiyaz gereği her ikisini de Kuzeydeki moda deyimle ‘taş altı’ edip, taziyelerinde de başköşede oturabilirdim. Ama bir kişinin bile burnunun kanamaması gerekiyordu. Her türden çirkin provokasyona rağmen bir tek arkadaşımın burnu kanamadan bu süreci atlattık.

Elli yıldır Kürd siyasi sınıfı içindeyim. Bu iki büyük ayrılık dışında Kürdistan’da hâkim kılınmaya çalışılan siyasi anlayışa karşı da mücadele veriyorum. Böylesi durumlarda taraflar birbirini, ‘emperyalizmin ajanı’, ‘sömürgeci devletlerle ilişki halinde’, ‘teşkilatın parasını yedi’, ‘Kürdistan’ı tanımıyor’, ‘teorik yetersizliği var’, ‘korkak’, ‘arkadaşlarını yarı yolda bırakır/bıraktı’ vb. şeklinde suçlarlar. Bu ithamlardan hiçbiri benim için kullanılmadı (Bu durumdan gurur duyduğumu söylemeden geçemeyeceğim). Ama yetmiş yaşını aştım hala her kadının potansiyel ikinci adı olan ‘yosma’dan kurtulamadım.

Bu saldırılarda, ezberleri bozulan ve aynı siyasi perspektifin değişik varyasyonları olan Kuzeyli tüm siyasi sınıf, daha ben dağdayken “Xecê garip şeyler tartışıyormuş” diyerek omuz omuza direnme kararı almışlardı. O ara Şam’da olan Dev-Yol grubu ve Taner Akçam, Şilili Fernando Mirez’in “Sosyalist olmak için Leninist olmaya gerek yok” cümlesi ile biten bir metnini getirmişler. Bu metni gören Kuzeyli siyasi sınıf “Xecê görüşlerini sahte isim altında tartıştırıyor” demiş. 

Silahlı mücadeleye, silahla mücadelenin bazı kirli, sömürgeci ilişkilere bulaşmadan mümkün olamayacağına kanaat getirdiğimden, artık devam etmeme kararı aldım. Arkadaşlarıma, “Sizleri ben dağa çıkardım ama buradan gitmemiz gerek. Sağ kaldığım müddetçe birlikte yol alacağız” dedim ve yola koyulduk. Aylarca süren zorlu bir yürüyüşten sonra 82 kışına doğru Binxet’e, Qamışlo’ya vardık. Üzerimizde sadece Peşmerge elbiselerimiz vardı. Sevgili Dara Bilek dışında bir tek Kuzeyli selam bile vermedi bize. Taner Akçam ve eski Dev-Yolcu akrabalarım tüm imkânları ile yanımızda oldular.

Neyse bu kadarla da kalmadılar onlarca yıl sonra hala ‘abi’ dediğim neredeyse babam yaşındaki bir uzatmalı genel sekreter anılarını yazdı. Bu örgütün memleketimizin doğusunda bir grup arkadaşları vardı. Onları ziyarete gelmişti. Ben de Kürd geleneklerindeki usul gereği, tüm imkânsızlıklarımıza rağmen, onu yemeğe davet etmiştim. Ayrıca misafiri onore etmek adına Mam Celal dahil tüm örgütlerin şeflerini de çağırmıştım. Misafirler oturduktan sonra çadırıma gidip bir kitap getirdim, onun kitabıydı. Orada bulunanlara misafirin sekreterlik dışında çok iyi bir şair olduğunu da özellikle belirttim. Bu ‘abi’miz yıllar sonra ele aldığı anılarında bu davetten bahsederken önce hepimizin sıskalığından (sanki dağda biftek vardı da yemiyorduk) ardından da ‘Xece’nin kırdığı cevizlerden’ bahsediyor. Türkçe’de ‘ceviz kırma’nın ne demek olduğunu biliyorsun.

Şimdi yüzlerce Peşmerge’ye sabaha kadar sevinç kurşunları attıran gerçek ceviz meselesine gelelim. Yazları daha serin-sulu dolayısıyla da yılan ve akreplerin daha az zehirli olduğu Tujala’ya taşınıyorduk. Tujala’yı ilk gördüğümde manzaraya bayıldım. Mübalağasız binlerce ceviz ağacı vardı. Bir süreliğine süt tozundan mayalanan yoğurttan kurtulacak ceviz yiyecektik. Önce kendi üssümüzün yakınlarındaki ağaçlarda bulunan cevizleri kış için ayırdık.  Herkesin elinde bir bıçak, yanı başımızdaki bağın üzümleri eşliğinde ceviz ziyafetimiz başladı. Ancak halkın malına zarar vermemek adına biz dahil bölgedeki tüm örgütlerin ortak kararı olarak ceviz yemek yasaklıydı. Yaş ceviz elde iz bırakır. Dolayısıyla kınalı ellerimiz her yerde bizi ele veriyordu. Herkes ceviz yiyordu ama sadece biz Ala Rizgarîcilerin elleri kınalıydı. YNK’li arkadaşlar “Elinize naylon sarıp yiyin belli olmasın, biz öyle yiyoruz” demişlerdi. “Arkadaşlarıma hırsızlık yaptırmam, biz açıktan yiyeceğiz ve ayrıca kışa da hazırlık yapacağız” cevabını vermiştim. Peşmerge bu bölgeye yerleştikten sonra gelip kendisini tüm bölgenin sahibi ilan eden bir Kwêxa her yıl “Peşmergeler cevizlerimi yemişler” diyerek zararı karşılığında Mam Celal’den bir kalaşnikov koparıyormuş. Kwêxa bir gün YNK’nin askeri bürosundan resmi bir kâğıt getirdi, yasağı hatırlatan ifadelerin yer aldığı kâğıdı alırken bir yandan da ceviz yiyordum. Tabii bu arada binlerce Peşmerge’nin hatta ellerine naylon sararak yiyen tüm yetkililerin de beni desteklediğini vurgulayayım. Bulunduğumuz yer ve Kwêxa hakkında da bolca bilgi sahibi olmuştum. Dr. Qasimlo “Ben karışmıyorum” demişti. ‘Kavga’ ben ile Mam Celal arasında olacaktı. Mam Celal yukarıda bahsettiğim o davette dile getirdi konuyu. “Arkadaşlar Xecê’nin ellerine bakın, kendisine komünist diyor ama halkın malına zarar veriyor” dedi.  On yıllar sonra o misafirimizin bu durumu bana karşı bu kadar bayağı biçimde kullanabileceği Mam Celal’in aklından bile geçmemişti. O sadece bir komünist olan benim halkın malına zarar verdiğimi anamın yöntemlerine benzer bir şekilde ima etmişti.

Mam Celal’in iyi niyetli bu eleştirisine şu karşılığı vermiştim, “Birincisi bu topraklar bu adamın değil. İkincisi biz burada olmazsak o buraya seyran yapmaya bile gelemez. Üçüncüsü bölgede ne kadar kurtlu süt tozu, un, mercimek ve nohut varsa bize satıyor. Dördüncüsü o kadar çok ceviz ağacı var ki bizlerin yemesi-toplaması ile bitmez ve her halükarda fazlasıyla satacağı kadar ceviz kalır. Beşincisi sen zaten şimdiden ona vereceğin kalaşnikovu hazırlamışsındır. Altıncısı sen herkesin gizli gizli yediğini de biliyorsun, ben arkadaşlarıma hırsızlık yaptırmam bu nedenle biz açıktan yedik ve yemeye de devam edeceğiz. Şimdi buyurun yemeğe, noşî can be.” O gece ceviz yemek serbest bırakıldı ve sabaha kadar sevinç kurşunları atıldı. İşte malum şahsın yıllar sonra kaleme aldığı anılarında manipülatif bir şekilde ve art niyetle kurduğu “Xêce’nin kırdığı cevizler” ifadesindeki esas mesele buydu.

Başka bir örnek vermek gerekirse; siyasete atıldığım günden bu yana insanların görüşlerinden dolayı yargılanmasına karşı oldum. Siyası birliklerin gönüllü birliktelikler olduğuna inandım ve birliktelik kadar ayrılmayı da Leninist-Stalinistken bile, doğal karşıladım. ‘Hain-ajan’ vb. kavramlar siyasi literatürüme hiç girmedi. Dolayısıyla görüşlerinden dolayı tehdit altında olan herkese kapım ve imkânlarım açık oldu. 2000 yılında tehdit altında olan önemlice bir grup kapımı çaldı. Buyur ettim. Bu kez ana örgüt tüm imkânları ile saldırıya geçti. Ana terminolojisinde ajan-hain kavramlarını kullanan bu teşkilat bile bu iki kavramdan daha ağır olacağına ikna olduğu ‘Yosma’ edebiyatını tekrarlamaya başladı. Bu tip yazılara hiç cevap vermediğim biliniyordu. O yıllarda internette Rizgarî ismiyle bir forum açmıştık. Bir gün bir erkek mealen şunları yazdı; “Xece, bir Kürd erkeği olarak utanıyorum, onlarca yıldır sadece senin kadınlığına saldırıyoruz. Cevap vermediğini biliyorum. Ama ne hissettiğini yazarsan sevinirim.” Ehh nihayet utanan bir erkeği cevapsız bırakmak olmazdı. Şöyle karşılık verdim; “20’li yaşlarımda uğurlarında ölümü göze alacağım yoldaşlarım bu yola başvurduğunda gizli gizli ağladım, 81’de üç yıl önce beni savunan yoldaşlarım yine aynı silaha (‘Yosma’ tabirine) başvurunca kifayetsiz muhteris zavallılar.”

Tüm bu yaşananlardan sonra Kürt ve bir kadın olarak açıkça nelerle yüzleştiniz, tüm bu yaşananları nasıl değerlendirdiniz?

Leninist-Jacoben ikameci anlayış ile yüzleştiğimde hayatımda önünden bile geçmediğim fabrikadaki proletaryayı kurtarmak şöyle dursun, kadın olarak kendimi bile kurtaramadığımı biliyordum. On yılı aşkın bir süre boyunca erkek siyaseti yapmıştım. Bu nedenle 92’de ünlü kadın şairimiz Kejal Ahmed ile Kurdistani Nwe gazetesi için yaptığım röportajda ‘On beş yıl boyunca cahş idim’ başlığını/manşetini kullanmasını istedim. Sadece milli kimlik savunulmadığında ‘cahş’ olunmuyor, cinsel kimlik ihmal edildiğinde de aynı sıfat hak ediliyor.

Kadınlar olarak; Kürd patriarkalizmiyle mücadele etmek adına ayrı bir örgütlenmeye gitmediğimiz ve güçlü bir siyasi baskı unsuru haline gelmediğimiz müddetçe, Kürd patriarkalizmine yönelik her tehdidimiz ‘taş altı’ edilmemizle sonlanır.

Kürt kadının hem kesişen hem de çatışan kimliklerinin odağındaki teori, söylem ve mücadeleleriyle Kürt kadın hareketlerinin geçmişten günümüze kritiğini yapacak olursanız neler söylemek istersiniz?

Ünlü şairimiz Şêx Rıza Talabani; “Le bîrim de Silêmanî ke darulmulki Baban bu; ne mehkumi Ecem ne suxrekeşi Ali Osmanî bu.” sözleriyle Kürdistan’ın yüzyıllar boyunca komşu iki imparatorluğa rağmen otonom kalmayı başarmış siyasi statüsünü özetler. 19. yüzyıla girerken iki büyük komşumuz ‘modern’ merkezi devlet olma hevesine kapıldılar. Kürdistan’ın otonom yapısı buna büyük bir engel teşkil ediyordu. Yüzyıllar boyunca tamamlayamadıkları Kürdistan işgalini artık nihayete erdirmeleri gerekiyordu. 20. yüzyılda Albay Nazmi Sevgen Osmanlının Kürdistan’ı bir türlü işgal edemediğini hayıflanarak dile getirir. 70’li yıllara kadar radyolarda çalınan “Dersim’e sefer olur ama zafer olmaz” diye bir şarkıları bile vardı. Velhasıl yüzyıllar boyunca kendi ülkesinde otonom yaşayan Kürdler, merkezi otoritelerin ilk siyasi müdahalesinde ayaklandılar. Baban Mîrnîşin’in başkenti Silêmanî kuruluşunun 30’lu yıllarında Osmanlı siyasi müdahalesine karşı ilk ulusal kurtuluş mücadelesini başlattı. Yani ulusal kimliğe karşı ilk saldırıda tüm Kürdler birlikte tavır aldı. Bu mücadeleye başlarken örgütlü olan Mîrnîşinlerin egemenleri doğal önderler oldular. Direnişte de bu sebeple örgütlü olanların siyasi ajandası rehber alındı. Yezdan Şêr’in de katledilmesinden sonra Kürdistan direnmeye devam etti. Yeni önderler, dönemin aydınları Şêx’ler oldu. Onlar da örgütlüydüler. Kürdistan işgalini gündemine alan iki komşu tecavüz, talan, kafa kesme vb. her türden vahşeti kendisine hak görerek saldırıyordu. 20. yüzyılda da bu işgal faaliyetleri ve Kürdlerin direnişi devam etti. İki komşu tüm güçlerini birleştirmelerine ve dünya büyüklerinin açık desteklerine rağmen Kürdistan’ı yüz elli yıl boyunca çok da kolay işgal edip sömürgeleştiremediler. Bugün bile hala merkezi otoritelerin büyük veya küçük her zaafında Kürdler siyasi arenada yerlerini alıyorlar.

Şimdi senin soruna gelelim; son iki yüz yıldır süregelen ulusal kurtuluş mücadelemizde “Yan Kurdistan yan neman” sloganı esas alınmıştır. İlk yüzyılda bu mücadeleye Mîrler önderlik etmiş ve doğal olarak kendi taleplerini siyasi özgürlük olarak sunmuşlardır. Cinsiyet ve sınıf meselelerini siyasi gündemlerine alma gibi bir düşünceleri de olmamıştır.

Kürd kadını yüzyıllar boyunca devam eden dış istilalar karşısında hep aktif olmuştur. Önderlik eden erkekler de bu gerçekliğin farkında olup 20. yüzyıldaki modern örgütlerinin kadın kollarını oluşturmuşlardır. Ama erkeklerin çizdiği siyasi sınırlar çerçevesinde.

20’li yıllardan itibaren Xoybun, Hiva, Rızgarî Jekaf (Jiyaneway Kurd) gibi ‘modern’ Kürd siyasi örgütleri siyasi arenada görülür. Bu örgütlerin tümü Kürdistani ve Kürdistan’ın bağımsızlığını savunan örgütlerdi. Kürd aydınları ‘sosyalist’ programlar sunmaya başlarlar, hatta KDP 52’deki kongresinde Marxizm-Leninizm’in kılavuzluğu maddesini programına koyar. Tabii kadınlar ihmal edilmez ve Yekitiy Afratan da kurulur.

Rehber alınan Marxizm-Leninizm’de kadının yerine gelince; Marx kızıyla yaptığı röportajda ‘itaatkâr kadını’ sevdiğini söyler. Marxist 2. Enternasyonal Marx’ın evindeki yardımcısından olan oğlunu görmemezlikten gelerek Roza Lüxemburg’u yargılamaya kalkar. Lenin, daha kibarca söylemem gerekirse dostu Inessa Arman’ı polit-büroya dayatırken yılların direnişçisi Kolontay’ı itaatkâr olmadığı için “Gitsin denizcisiyle uğraşsın” diyerek Rusya’dan uzaklaştırır.

Kadınların Kürd patriarkal sisteminden kaynaklanan sorunlarından sosyalist Kürd aydınları da bihaberdir. Kadınlar yine erkeklerin sınırlarını çizdikleri siyasi programların hayata geçirilmesinde yedek güçtür ama yeni bir slogan ile hoş tutulmuşlardır: “Kadınlar katılmadan devrim olmaz.” Hala bazı sorular sorulmuyor. Mesela niye “Erkekler katılmadan devrim olmaz” denmiyor?

1991 yılında Kissinger’in deyimi ile dünyanın patronları Saddam Hüseyin’e uçak kaldırma yasağı koydu. Merkezi otoritenin bu zaafı karşısında daha iki yıl önce Enfal’i yaşamış olan Kürd halkı dünyayı bir kez daha şaşırttı. Kürdler Saddam’ın tank ve toplarına karşı kitlesel olarak ayaklanarak iki haftada doğal sınır Hemrin sıradağlarına dayandılar (Ayaklanma sırasında ilginç mesajlar verdiler; Hewler’i 70 otonomisini hatırlatırcasına 11 Mart’ta kurtardılar, Kerkük’te ise Newroz’u kutladılar). Bu Kürd baharının video kasetlerine baktığımızda esas gücün kadınlar olduğunu görürüz. 92’de yeni bir Kürdistan şiarı ile parlamento seçimleri kararı alındı. Seçimlere sekiz parti katıldı ve %4 oya sahip İslam’ı hareket dışında diğer yedi siyasi parti kendisini en hafifinden sosyal-demokrat olarak tarif ediyordu. Hepsinin aktif ve çok güçlü kadın kolları vardı. Hepsi de kuruluşlarından itibaren “Kadınlar katılmadan devrim olmaz” diyorlardı. Dolayısıyla ‘Yeni Kürdistan’, Saddam’ın şeriatı esas alan medeni kanunu iptal ederek ve yasalar karşısında kadın erkek eşitliğini savunarak işe başlamalıydı.

Kürd baharına meşruiyet kazandırma anlamına gelen parlamento seçimleri ‘dost’ ve de düşman tüm dış baskılara rağmen büyük bir katılımla ve başarıyla tamamlandı. Bir akşam katıldığım bir TV programında Saddam’ın medeni kanununun akıbetini ve Yeni Kürdistan’da kadınların ne kazanacağı sorularını gündeme getirdim. Eve döndüğümde ilk tepkiyi Londra’da eğitimini tamamlamış komünist Komela Rencbaran’ın merkezinde yer almış ve yıllarca yoldaşım addettiğim birinden aldım; “Ya Xecê bunun vakti mi?”. Oysa ta 81 yazından itibaren, Jacobin-Leninizm’den boşandığım günden beri, “Vakti mi?” sorusuna alerjik olduğumu en iyi bilenlerden biri idi.

Hemen ertesi gün tüm kadın örgütleriyle ilişki kuruldu. Hukukçu kadınlardan bir komite oluşturuldu. Zaxo’dan Kifri’ye tüm özgür Kürdistan’da meydanlarda, parklarda toplantılar düzenlendi ve medeni kanunda kadın erkek eşitliğine karşı olan maddeler tartışıldı-ayıklandı. Değişiklik önerileri metne döküldü ve kadınların imzasına açıldı. Sömürgecilere karşı direnen kadınlar bu kez cinsel kimlikleri için mübalağasız yediden yetmişe sokaklardaydı. Binlerce imza toplandı. Bu imzalar, hükümet kurulur kurulmaz İçişleri Bakanına tüm siyasi partilere ve yayın organlarına sunuldu. İçişleri Bakanı Roj Şawes’in annesi Nahide Şêx Selam ilk imzacı idi. Diğer tüm kadın örgütleri, kadın milletvekilleri ve kadın Bakan Kafiye Süleyman da imzacılar arasında yer alıyordu.

İmzalara cevap uzunca bir süre sürüncemede bırakıldı. Mücadele devam etti, özellikle Avrupa’da Kürt kadın platformu üzerinden ciddi baskılarla kadınların talepleri siyasi gündemde tutuldu. 12 Nisan 2000 yılında Silemanî idaresi ana meydandan Mam Celal Talabani’nin ağzından Avrupalı feministler açısından bile çok ileri sayılan olumlu bir cevap verildi. Türk ve Fars devletleri ellerindeki her türden silahı kullanarak “Kürdler devlet kuruyor” teraneleriyle saldırıya geçtiler. Ağustos 2000 yılında Bağdat ve İran destekli güçler ‘ilkel milliyetçi’ YNK’ye saldırdı, yüzlerce Peşmerge katledildi. Kürdistan’daki en ufak bir demokratik gelişmeye Türk ve Fars devletlerinin yanı sıra Avrupalı ‘dost’ güçlerimiz de “Aman ha Türk ve Fars hassasiyetine dikkat” diyerek karşı çıkıyorlar. Ayrıca Kürdistan’da çok evlilik yasaklandığında aniden İslam olduğunu hatırlayan eski komünistler dâhil Kürd erkekleri, merkezi devletin egemenliğinde olan herhangi bir şehre giderek ikinci evliliklerini yapıyorlar. Türk ve Fars devletleri sadece uçakları ile özgür Kürdistan’a saldırmıyorlar, günden güne koyulaşan siyasi İslam anlayışlarını da ellerindeki tüm imkânları kullanarak empoze etmeye çalışıyorlar. Dört tarafı siyasi İslam’ın hâkimiyetindeki devletler tarafından çevrilmiş olan bir toprak parçasında, Kürd kadınları tek başlarınadır. Şimdilik örgütsüz nenelerimizin bize bıraktığı anılarla avunuyoruz.

Sonuç; siyasi programı erkekler tarafından belirlenen tüm örgütler, oluşturanların hepsi kadın bile olsa erkek örgütleridir. Yaşamları erkek yoldaşlarının iki dudağı arasından çıkacak bir söze bağlı. Siyasetinin merkezine, kadının Kürd patriarkalizmine karşı mücadelesini almayan hiçbir örgüte-harekete kadın hareketi diyemeyiz. Bir anektod ile bitireyim. 80’li yıllarda İsveç’te çok aktif bir Kürt kadın insiyatifi vardı. Bu kadınlar milli kimliklerini koruma mücadelesinde bulunmuş, direnişler göstermiş, işkence-zindan görmüş kadınlardı. Ama yine de kadın kimlikleriyle ilgili erkek yoldaşlarının fikirlerine başvurmak istediler. Kürdistan’daki tüm siyasi partiler, programlarında kadın konusunu nasıl ele aldıkları hususunda bir konferansa davet etmişlerdi. Gelen temsilcilerin hepsi erkeklerdi. Bu duruma tepkimi dile getirmeyi planlayıp son konuşmacı olmak istedim. Tüm bu örgütlerin kadın kollarının varlığından haberdardım, dağda kadın müfrezeleri vardı, şehirlerdeki en tehlikeli işlere kadınlar koşturuyordu. Bu nedenle konuşmamı “Görüldüğü üzere tüm bu örgütlerimizde kadınlık durumu ile ilgili bile olsa kadınların konuşma hakkı yok, kadın olarak hala tekim” diyerek bitirmek istiyordum. Son anda PKK adına genç bir kadın gelip oturdu. “Sayı ikiye çıktı” diyecektim ki kadın sözlerine “Önderliğimizin dediği gibi…” diye başladı. İki, ne yazık ki bir buçuk olmuştu. Bu arada konuşmaya başlayan her erkek temsilci kadın konusunda ne kadar ileri görüşlü olduklarını anlatırken “Xecê ile eşit koşullarda toplantılarda bulunduklarından” dem vurdular. Yani heftê xwe dixistin ser heştê me…

Kürd kadın hareketinin başarısı diye bir durum söz konusu değil. Kürd kadınları yüzyıllardır yaptıkları üzere dış işgalcilere karşı ülkelerini ve milli kimliklerini savunuyorlar. Ama bu mücadelenin nerede, nasıl ve ne kadar süreceğine hala Kürd erkekleri karar veriyor. Maalesef siyasetinin merkezine Kürd patriarkalizmi ile mücadeleyi koyan ve Kürd ulusal mücadelesinin siyasi programına kendi taleplerini yerleştiren bir kadın hareketinden bahsetmek mümkün değil. Aynen nenelerimiz gibi milli kimliğimizi-ülkemizi dış istilacılara karşı koruma mücadelesinde en az erkekler kadar yer alıyoruz ama Kürd patriarkalizmine karşı daha savunmasız-korunaksızız. Yani ilerleme değil gerilemeden bahsedebiliriz.  Kürdistan’da kadını aşağılayan dil ve davranışları ortadan kaldırmaya yönelik ve bu anlamda kendi taleplerini Ulusal kurtuluş mücadelemizin siyasi programına yerleştirecek bir kadın hareketi yok. Avrupa’da cılız da olsa bir kadın platformu var, Kürdistan’da da bireysel düzeyde direnişler var.

Benimle paylaştığınız ve röportaja da koyduğumuz fotoğraflarda dikkatimi ilk çeken erkeklerin çoğunlukta olduğu bir ortamda kadın erkek hiyerarşinin kadınlar lehine olduğuna ya da böylesi bir hiyerarşinin olmadığına işaret eden bir manzara söz konusu. Erkekler arasında tek başına olan bir kadın (siz) erkek arkadaşlarına lider bir pozisyondan sesleniyor. Bu fotoğraflardan yola çıkarak ne tür bir alt metin okuması yapabiliriz?

Ayakta olduğum iki fotoğraf 1981 yazında çekildi. Komelay Rençderanî’nin ikinci kongresindeyiz. Maalesef kongre üyelerinin hepsi erkekti. Şehirde en tehlikeli koşullarda kurulan Leyla Qasım adında bir kadın örgütleri olmasına rağmen Komelay Rençderanî’nin üst düzey yöneticileri kongreye tek bir kadın çağırmamıştı. Üyelerin davetlisi olarak kongreye katılan tek kadın bendim. Kürdistan dışında başka bir yerde pek rastlanmayacak şekilde farklı bir örgüt yöneticisi (ben) oy birliğiyle kongre üyesi sayıldı ve alınan kararlarla ilgili görüşlerine başvuruldu ve daha da ilginç olansa bu görüşler kendi genel sekreterlerinin görüşlerine karşı olmasına rağmen kabul edildi.

Kürd erkekleri kendi tekellerinde bulunmasına özen gösterdikleri siyasi iktidarları bir kadın tarafından tehdit edildiğinde hemen “Kürdler kadın şef kabul etmez” iftirasına başvururlar. Bütün Kürdistan’da yaşadım, camilerde seminer verdim, ‘meleler’ ile oturdum. Benden önceki kahraman ulusal kurtuluşçularla Patnos’ta Nadir Beg, Şam’da Osman Sebri, Qamişlo’da Hesen Hişyar, Hamza Abdullah, Ibrahim Ahmed ve bütün Kürd siyasi sınıfı ile yan yana oldum, benim tüm arogan ukalalıklarıma rağmen beni sevgiyle karşıladılar, tecrübelerini aktardılar. Planet üzerinde belki de ilk örnek olarak yirmili yaşlardan itibaren erkeklerin çoğunlukta olduğu bir teşkilatta şeflik daha sonra askeri sorumluluk üstlendim, hiç kimse kadın olduğumdan dolayı rahatsızlık duymadı. Bu fotoğraflar da Kürdlerin kadın şefe nasıl baktıklarının resmidir. Ancak kendi yoldaşlarımın hayalini kurdukları iktidara tehdit oluşturduğumda ikinci cins olduğum hatırlandı-hatırlatıldı. Kürd siyasi sınıfındaki iktidarı elinde bulunduran veya buna sahip olmak isteyen erkekler iktidar hırsları uğruna, tehdit olarak algıladıkları herkese karşı gayri ahlaki davranmakta beis görmez. Bu tehdit bir kadınsa şayet cinsiyetçi söylemlerden bolca destek alınır. Ben kadın olarak en büyük haksızlıkları bu lider siyasi sınıf karşısında deneyimledim. Genel anlamda ise Kürdler arasında bir savaşçı ve siyasetçi olarak saygı ve destek gördüm.

 

ekran_resmi_2023-10-20_19.40.53
Fotoğraf : 1981, Komelay Rençderanî 2. Kongre,  Sağdan sola: Noşirvan Mustafa, Xecê (Hatice Yaşar), Enver (?), Cabbar Ferman.

resim1
Fotoğraf: 1982, Soldan sağa, Mam Celal (Celal Talabani), Salah Muhdedi, Xecê (Hatice Yaşar), YNK Polit Büro Üyesi Omer Debabe, Yusuf Zozanî 

Dipnot

[1] Yaşar, “Kürt” yerine  “Kürd” demenin ve yazmanın doğru olduğuna inandığını ve bu kullanımı tercih ettiğini belirtmiştir.  Metinde bu tercihe sadık kalınmıştır.  Ayrıca Yaşar’ın metin boyunca kullandığı bazı Kürtçe ifadeler, doğup büyüdüğü yörenin yerel ifadeleri ve lehçesi olup anlam kaybını önlemek adına standart Kürtçe’ye kısmen uyarlanmış olup yaşar, Türkçe bir cümle içinde bazı kelimelerin Türkçe’ye çevrilmemesini (örneğin “kalaşnikov”), bazı kelime ve ifadelerin de Türkçe karşılığının/anlamının dipnot veya parantez yoluyla verilmemesini istemiştir.