“Osmanlı Zımnî Sözleşmesi”: Kürtlerin Zaafı mı, Mecburiyeti mi?
Makale / Nuri Fırat

bedirhanpasazadeler İmparatorluk / hanedanlık zamanları bir yana bırakılırsa, son bir yüzyılda Kürdistan’da egemen olan ulus-devletlere karşı Kürt milliyetçiliğinin kesintisiz huzursuzluğundan ve isyan halinden söz etmek mümkündür. Buna karşın egemen devletler istisnasız Kürt huzursuzluğunu bastırmakla meşgul olagelmiştir. Bu “isyan-bastırma” durumu pek çok sonuç ortaya çıkarmıştır.

Siyasi hedefler itibarıyla çoğunlukla başarısız olmasına rağmen Kürt milliyetçiliğinin, ironik biçimde bizzat bu başarısızlığın da motive ettiği, nitelik ve nicelik açısından küçümsenmeyecek bir gelişme kaydettiği ileri sürülebilir. Türkiye örneğinde; son yüzyıldır askeri, siyasi, hukuki, ekonomik, kültürel, ve sosyolojik enstrümanların tamamı seferber edilmesine rağmen bastırılamayan Kürt milliyetçiliğinin, muhtemelen ulaşabileceği en kitlesel düzeyde, günümüzde konsolide olmasının önüne geçilememiştir. Bu durum, “milli” hissiyat veya bilinç açısından da geçmişe nazaran daha rafine bir düzeyin yakalandığını göstermektedir. Kuşkusuz, çok daha geniş tartışılmaya muhtaç bu husus, Kürt milliyetçiliğinin, diğer bütün milliyetçilikler gibi, tekdüze bir gelişme kat ettiğini göstermeye yetmemekte; aksine zaman ve şartların farklılıklarının gereği olarak gerilimli bir gelişme döneminden söz edilebilir.

Kürt milliyetçiliğinin son yüzyıldaki en dikkate değer gerilimli konularından biri, bizatihi siyasi hedefleri, bunun belirlenmesinde esas alınan referanslar ve tahayyül edilen kitlenin seferber edilebilmesiyle ilgilidir. Daha sade bir ifadeyle, bağımsızlık/ayrılıkçılık ve otonomi/birliktelik mevzusu / tartışması çerçevesinde, Kürt milliyetçilerini meşgul eden neredeyse yüzyıllık bir gerilim söz konusudur. Günümüzde de “bağımsız Kürdistan mı, federasyon / otonomi mi” veya “halkların kardeşliği mi” kısırdöngüsü içinde, başta ana akım Kürt hareketlerine mensup olanlar olmak üzere, Kürt milliyetçilerinin karşılıklı ithamları ve bitmez tükenmez atışmaları devam etmektedir.

Kürt milliyetçiliğinin bu gerilimi, sanıldığının aksine güncel gelişmelerle veya siyasi liderlerin kişisel tutumlarıyla sınırlı ve ilgili değildir; günceli de belirleyecek biçimde tarihseldir ve bu çerçevede değerlendirilmeyi hak etmektedir. Hamit Bozarslan’ın Şeyh Said İsyanını değerlendirirken başvurduğu ve Kürt milliyetçilerinin tavırlarının anlaşılmasını başka türlü mümkün kılan “Osmanlı zımnî sözleşmesi” bu durumda anahtar kavram olarak ele alınabilir.

‘Osmanlı Zımnî Sözleşmesi’

Şerif Mardin, epey zaman önce, yönetici elitler ile halk (Türkiye’de literatüre yerleşmesinde öncülük ettiği klasik ifadelerle “merkez” ve “çevre”) ilişkisinde “Osmanlı zımnî sosyal sözleşmesi”ni gündeme getirmiştir. Mardin’e göre, “Osmanlı kadim rejimi”nin “temelinde, zengin bir dinî gruplar mozayiğini, aşiret birliklerini, etnik unsurları ve müreffeh (veya yarı müreffeh) şehirleri yekpare bir çatı altında teşkilatlandırmaya muvaffak olan bir merkez bulunmaktadır.” Yani “adem-i merkeziyetçi bir sistem” vardır ve bunun “en ilgi çekici yönlerinden biri, taşra eşrafı ve aşiret reislerine karşı benimsenen tavırdı. Bu tavır, söz konusu önderlerin mahalli nüfuzlarını, hayatın bir gerçeği, bir veri olarak onaylamıştı; fakat her ne zaman fırsat bulduysa, merkezden atanan memurlarla onların nüfuzlarını kırmaya çalışmıştı.” Dolayısıyla bu işleyiş, “Osmanlı tebaasına koruyucu bir kalkan sağlayan ve uyulması mecburi olan Osmanlı toplumundaki mevcut sosyo-ekonomik düzenlemelerle ilgili bir kavramı, yani Osmanlı toplumunun ahlâk ekonomisi denilebilecek bir düşünceyi ortaya çıkarabilir. Bu toplum görüşü, sultanın uyruklarıyla zımnî bir sözleşmeyi, eğer tahtını korumak istiyorsa, uymak zorunda olacağı bir sözleşme fikrini ihtiva etmekteydi.” (1991:111-113)

Sözleşmenin ihlali, Madin’in analizinde anlaşıldığı biçimiyle, genellikle merkezin tavrından kaynaklanmış ve buna karşı çevreden gelişen tepkiler de sürekli olmuştur. Mardin’e göre, saray entrikaları veya taht çekişmeleri çerçevesinde görülen isyanlardan farklı olarak, en az bunlar kadar çevrede gelişen “halk-teba”nın içinde olduğu isyanlar da yaygındır. “Osmanlı halk isyanları” sarayın sorumluluklarını yerine getirmemesine karşı meşru taleplerle ortaya çıktıktan sonra mutlaka askeri bir desteğe (Yeniçeri Ocağı’nın desteğine) sahip olmaktaydı. Modernleşme çabaları çerçevesinde 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın ilgasıyla birlikte “halk isyanları taleplerini destekleyecek [bir süreliğine veya geçici olarak] güç temelinden mahrum kalmış” ise de, esasında daha sonra Mustafa Kemal’le devam edecek biçimde “halk-ordu” işbirliği, “Türk tarihinde halkçı, eşitlikçi, demokratik” neslin “bir sır”ı olarak süregelmiştir (1991:109-110-121). En azından Türk modernleşmesinin hikâyesi babında oldukça sorunlu duran bu varsayımlar bir yana [1]; Mardin, merkezin (veya sultanın) çevre üzerindeki kontrol çabalarına karşı ortaya çıkan “[h]alk tecrübesinin, şahsî hakların korunmasına yönelik bir hürriyetin çevresinde değil, ama toplumun işleyişinin istenilen tarzda tutulmasıyla ilgili kollektivistik bir hürriyet anlayışı etrafında odaklaştırıldığını” vurgulamaktadır (1991:121). Bu halkçı hürriyet anlayışı, sultanı devirebilme kabiliyetine sahip olmakla birlikte – ki devirdiği olmuştur, “hanedanlığın” (Türk milliyetçiliğinin – halkçılığının kadim mitosu olarak) “kutsal” devletin “bizatihi kendisini korumada titiz” olmuştur (1991:113).

Osmanlı- Kürt Sözleşmesi

Osmanlı sultanı Yavuz Selim, 1514’teki Çaldıran Savaşı sırasında ittifak ettiği 20 kadar Kürt mirine (beylerine), beylerbeyi merkezden atanmak kaydıyla, bölgelerinde hüküm sürebilecekleri çeşitli imtiyazlar tanımıştır [2]. Kürdistan mirlerinin özerk konumları, merkezin zaman zaman imtiyazları kısıtlamaya yönelik ihlalleri ve buna gösterilen tepkilerle birlikte, 1800’lerin başına kadar devam etmiştir. Bu tarihten itibaren Osmanlı’nın modernleşme ve merkezileşme çabaları çerçevesinde, Kürdistan mirlerinin özerk konumları ortadan kaldırılmış ve merkezi idare biçimi tesis edilmeye başlanmıştır. Kuşkusuz, 19. yüzyılda Kürdistan’da cereyan eden hadiseler, pek sessiz sedasız gerçekleşmemiş; birbirini takip eden birçok isyan ve bastırma girişimi yaşanmıştır [3]. Hamit Bozarslan’a göre, Osmanlı zamanında (16. yüzyıldan – “Şerefname’den başlayarak 19. yüzyılın tamamını kapsayacak süre zarfında”) görülen pek çok Kürt isyanı, “Şerif Mardin’in dediği gibi Osmanlı zımni sözleşmesinin sınırları içinde” kalmıştır. Sözleşmenin “devlete karşı gelişen şiddetli bir muhalefeti meşru” kılmadığını ve “muhalefetin ortaya çıktığı her an sert bir biçimde bastırılmasına engel” olmadığını kaydettikten sonra Bozarslan, bununla birlikte “Avrupa devlet geleneğinden farklı olarak Osmanlı devlet geleneği[nin], isyanı veya en azından direnişi, çevrede yer alan tebaanın devlet içinde kendi konumlarını iyileştirdikleri bir pazarlık ve anlaşma aracı olarak görmekte” olduğunu kaydetmektedir (2005:224-225).

Bozarslan’ın bu izahı çerçevesinde, Osmanlı zamanındaki Kürt isyanlarını Mardin’in teorisine uyarlamak gerekirse, şöyle bir sonuca varmak mümkündür: Kürt mirlerinin “mahalli nüfuzlarını, hayatın bir gerçeği, bir veri olarak” onaylamasına rağmen, “her ne zaman fırsat bulduysa, merkezden atanan memurlarla onların nüfuzlarını kırmaya” çalışan Osmanlı sultanına/merkezine karşı ortaya çıkan Kürt isyanları, sultana “eğer tahtını korumak istiyorsa, uymak zorunda olacağı” (olduğu) uyruklarıyla arasındaki zımnî sosyal (ve siyasi) sözleşmeye davet ve bir bakıma da sadakat niteliğindedir.

19. yüzyıla bakıldığında, aslında Osmanlı imparatorluğunun, Kürdistan mirlerinin bir daha eski imtiyazlarını elde edemeyecekleri şekilde, sözleşmeyi olabilecek en sert uygulamalarla ihlal ettiği açıktır. Buna rağmen, sözleşmenin korunması amacıyla isyan halinde olmuşlarsa da Kürdistan’da egemenlik veya imtiyaz iddiasında bulunanların, imparatorluk çökerken dahi, sadık kalmaya devam ettikleri görülmektedir. Kuşkusuz burada önemli olan bir husus da, Bozarslan’ın da işaret ettiği üzere, Kürtlerin, Osmanlı’ya (Halifeye) olan dinî bağlılıkları kadar, söz konusu dönemde ayrı bir devlet kurmayı amaçlayan veya kuran pek çok milletin aksine, belirleyici bir milliyetçi tasavvura sahip olmamalarıdır. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, İmparatorluk çökmüşken, İstanbul’daki Kürt milliyetçilerinin tavırları hakkında önemli veriler sunan Emin Ali Bedirxan’ın (Celadet Ali Bedirxan’ın babası ve bir dönem Kürdistan Teali Cemiyeti’nin başkan yardımcısı) 9 Ocak 1920’deki şu sözleri dikkate değerdir:

“Kürtler arasında iki farklı talep var. Tamamımız Sultanı Halife olarak kabul etmekteyiz. Ama birileri, ki bu en güç taleptir, politik bakış açısıyla, Türkiye’den tamamen ayrılmak istiyor. Diğerleri ise, fazla oportünist bir tutumla, Avrupa’nın kendilerini yüzüstü bırakmasından ve Türklerin bize karşı manevra yapmasından korkarak, Türkiye çatısı altında bir özerkliğe razılar. [Bu grubun başını 1925’teki Şeyh Said İsyanı nedeniyle oğluyla birlikte idam edilen ve Şeyh Ubeydullah’ın varisi olan Seyit Abdulkadir çekmekteydi.]” (Chirguh 2009:66; Ayrıca bkz. Dersimi 1952:121.)

Kusursuz biçimde, geçmişten bugüne Kürt hareketlerinin karşı karşıya kaldığı bir tarihsel ikilemi / zorluğu / ve hatta belki de çaresizliği yüzyıl önce bildiren bu demecin de kendisini bir kez daha teyit ettiği Bozarslan, ortada Osmanlı kalmamışken ve haliyle geleneksel “zımnî sözleşme” de olmamalıyken, Kurtuluş Savaşı sırasında Kürtlerin Türklerle hala hareket etmesinin en önemli gerekçesi olarak dine işaret etmektedir. Bir kısım elit Kürt milliyetçisi ayrı devlet ve bağımsızlık ajandasına sahip olsa da, esas büyük Kürt kitlesinin motivasyonu bambaşkaydı. Burada Bozraslan’ın özellikle Kürt milliyetçiliği söyleminin belirlenmesinde temel bir faktör olarak Ermeni milliyetçiliğini ileri sürmesi de dikkate değerdir. Bozarslan’a göre, “Ermeni tehlikesi” ve dolayısıyla “Hıristiyan işgalci” korkusu Kürtlerin Kurtuluş Savaşı’nda, elbette Doğu cephesinde, Türklerle ortak hareket etmesinde neredeyse en belirleyici faktördür. Bu nedenle Bozarslan, şunları ileri sürmektedir:

“Etnisite ve din arasındaki bu karmaşık ilişkiler politik bir söylem ve bir pratik olarak Kürt milliyetçiliğinin İstiklal savaşı süresince marjinal konumunu açıklamaktadır. Bu süre zarfında, aşiretlerin ve dini teşkilatların zihninde, Kürtlüğü savunmak Kürt milliyetçiliğini savunmaktan çok İslamı ve Türk-Kürt Müslüman kardeşliğini savunmak anlamına gelmişti.” (2005:209)

Şeyh Said İsyanı

Cumhuriyet kurulduktan sonra, 1925’te baş gösteren Şeyh Said İsyanını değerlendirirken de Bozarslan, Osmanlı zımnî sözleşmesine başvurmaktadır. Öncelikle Bozarslan, bu isyanla birlikte Kürt milliyetçiliğinin “iki damarı”nın bir araya geldiğini vurgulamaktadır. Kemalistler gibi seküler ve Jakoben özellikler taşıyan ve görece marjinal olan birinci kesimin Osmanlı’nın yerine kurulan yeni devleti “reddetme neden[ler]i, kısaca onun bir devlet olmasından çok, bir Türk devleti olmasından –yani bir Kürt devleti olmamasından – ileri geliyordu.” “Geleneksel” Kürt seçkinlerinin temsil ettiği ve toplum nezdinde daha etkili nüfuz sahibi olan ikinci kesim ise, Bozarslan’a göre, devletin “Türk”lüğünden ziyade, yeni vasıflarıyla ilgiliydi. Dolayısıyla yeni laik Türk devletinin “İslam karşıtı” uygulamaları, “Kürtlerin geleneksel liderlerinin zihninde”, Kürtlüğün ve İslam’ın bu kez başka koşullar altında özdeşleştirilmesine yol açmış ve bu özdeşlik, “Türklerle din kardeşi olmayı değil, Türk karşıtı olma ve Kürt milliyetçiliğini savunma anlamlarını kazanmıştı.” (2005:219-227)

“Türk” ve “gâvur” bir rejime karşı mutabık kalan Kürt milliyetçilerinin yeni Cumhuriyet’i sarsan en önemli ilk hadisesi ise, kuşkusuz Şeyh Said İsyanıdır [4]. İsyanın esas tertipleyicisi olduğu kabul edilen Azadi Cemiyeti’nin liderlerinin “bağımsız bir Kürt devleti kurma amacı güttükleri[ni] doğru” kabul eden “ve halifeliğin kaldırılmasından sonra, Şeyh Said’[in] de benzer amaç” güttüğünü “ve Kürt Müslüman bir devletin kurulması” için çalıştığını belirten Bozarslan’a göre, öbür yandan “isyana katılanların çoğu için 1925 isyanı geleneksel Kürt isyanlarıyla aynı çizgide kalmış ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında çıkan isyanlardan kökten bir farklılık göstermemiştir.” Nihayetinde Bozarslan, Şeyh Said İsyanını da, Azadi Cemiyeti’nin bağımsızlık iddiasına rağmen, Osmanlı zımnî sözleşmesinin yenilenmesini hedefleyen “direniş ve baskı oyunu”nun bir türevi olarak değerlendirmekte ve “isyanın dini boyutu dahi bu amaç dahilinde tanımlanabilir” demektedir (2005:224-225).

Öbür yandan Bozarslan, Kürt tarafı açısından sözleşmenin “kısmen de olsa” “Türk devletine karşı milliyetçi muhalefet” ve “devletin merkezileşmesine duyulan tepkinin buluşma”sı ile sona erdiğini kaydetmektedir. Buna göre, geleneksel Kürt seçkinlerinin bunu anlamalarını sağlayan “anlatı kodu” milliyetçilik olurken; “[m]illiyetçi Kürt entelektüelleri için sözleşme kendi ulus-devletlerini kurma, kendi varlıklarının temel koşulu ve böylece uygarlık ve evrenselliğe giriş şartı olarak algılandığı dönemden itibaren anlamsız hale gelmişti.” (2005:228-229)

Bozarslan’ın Kürt isyanları ve Osmanlı zımnî sosyal (ve siyasi) sözleşmesine dair çizdiği çerçeveden hareketle, Kürt tarafı açısından özetle şu sonuçlara varmak pekâlâ mümkündür:

Kürtlerin sözleşmeye bağlılığı esasen üç husus üzerinden şekillenmektedir: Birincisi, “ortak din” İslam’a ve onun siyasi temsilcisi Halife’ye bağlılık; birincisinin de olağanlaştırdığı veya kaçınılmaz kıldığı ikincisi husus, Türklerle ortak hareket etme tercihi; ve üçüncüsü ise,  ilk iki hususla birlikte, imparatorluğun adem-i merkeziyetçiliğini / etnik çoğulculuğa açık yapısını garanti eden hukukî-idarî sisteminin Kürt mirlerinin yerel özerkliğini olanaklı kılması ve daha da önemlisi tanıması…

Bu durumda, ayrılıkçı bir amaç gütmeyen Osmanlı dönemi Kürt isyanları, Bozarslan’ın çizdiği çerçevede rahatlıkla değerlendirilebilir. Cumhuriyet sonrası Şeyh Said isyanı, sözleşmeye bağlılık ile ayrılıkçılık gelgitinde ara geçişi ifade etmekte; bu isyandan sonra ise, Kürt milliyetçileri sona erdiğini anladıkları (yüzyıllardan beri süregelen) sözleşme faslını kapatmıştır.

Bozarslan’ın Kürt isyanlarına dair bu kusursuz tarihsel okumasına itiraz etmeksizin, kritik bir soruyla katkı sunmak pekâlâ mümkündür: Hakikaten Kürt milliyetçileri açısından Osmanlı sosyal ve siyasi sözleşmesi sona erdi mi?

“Türk Tarafı” ve Sözleşme

Öncelikle “Türk tarafı”nın sözleşme karşısındaki tutumuna bakmakta yarar vardır. Cumhuriyet’ten sonra Türk devletinin Kürt isyanlarına yönelik tepkisi bambaşka olmuştur. Yine Bozarslan’ın dikkat çektiği üzere, “Yeni Türk devletinin Kürt isyanına tepkisi, Osmanlı iktidarı zamanında gösterilen tepkiyle aynı değildi.” Dolayısıyla M. Kemal, “Şeyh Said isyanının bastırılmasını, sosyal ve etnik rahatsızlığın bastırılmasından çok ‘Türklerin bir hedef uğruna verdikleri ilk savaş’ olarak” görmekteydi ve “[ü]lkedeki farklılıkların temel öğelerinden biri olan Kürt kimliğinin yeni Cumhuriyette ortadan kaldırılması ilk hedef olarak belirlenmişti.” (2005:225-226. Ayrıca bkz. Bozarslan 2008:62).

Hakikaten de “Türk ulus devletinin” tekçi kimliğinin (Türklüğün) inşası, ikamesi, sürdürülebilirliği ve elbette egemenliği adına her türlü baskı metodu devreye konulurken, böylece Osmanlı zımnî sözleşmesini mümkün kılan şartlar tamamen geçersiz kılındığı gibi, herhangi bir müzakere veya uzlaşma olanağına da kapılar tamamen kapatılmıştır. Günümüze kadar geçerli olacak şekilde ortaya konulan bu yeni norm, “din kardeşi” Kürtlerin Türklüğe boyun eğdikleri, yani Kürtlüklerini ezel-ebed reddettikleri ve Türk oluşlarını idrak ettikleri oranda kabul görebileceklerine veya “makbul vatandaş” (Yeğen’in (2006) yerinde tabiriyle “Müstakbel Türk”) addedilebileceklerine dairdir.

Öte yandan Türk tarafının sözleşmeye yönelik bu ihlali yeni de değildi. Şerif Mardin’in de işaret ettiği ve Bozarslan’ın kuşkusuz çok iyi bildiği üzere [5], Osmanlı’nın özellikle son yüzyılındaki modernleşme ve merkezileşme siyaseti, bu sözleşmeyi tamamen ortadan kaldırmamışsa bile, pek çok yönüyle kadük ve işlemez kılmıştır. Yukarıda da değinildiği gibi, yarı devlet konumundaki Kürt beyliklerinin ortadan kaldırılması ve bu tür sosyal-siyasi-idari yapıların yeniden inşasına kesinkes müsaade edilmemesi, Türk tarafının Kürtlere karşı sözleşmeyi feshettiğini göstermektedir. Dolayısıyla Cumhuriyet döneminde kurumsallaşan ve Kürt kimliğinin kategorik inkârına (ya da Kürtlerin varlığının fiziken ve hukuken reddine) dayanan yeni normun evveline dair Mesut Yeğen’in tespiti açıklayıcıdır:

“Kürt kimliği, farklı dönemlerde ortaya çıkmalarına ve farklı yoğunlukta yaşanmalarına rağmen hepsi Osmanlı döneminde başlamış olan merkezileşme, modernleşme, sekülerleşme ve uluslaşma süreçlerine bağlı olarak sosyolojik ve siyasal bir aşındırma süreciyle çoktan karşılaşmıştı. Diğer bir deyişle, Kürt kimliğinin reddi, cumhuriyetin kuruluşunu önceleyen bir toplumsal ve siyasî dönüşümün eseriydi.” (Yeğen 2011:111)

“Kürt Tarafı” ve Sözleşme

Türk tarafının tutumu böyleyken, yukarıda da değinildiği üzere, 1925’teki Şeyh Said İsyanı dahil, olup bitenler karşısında Kürtlerin Osmanlı sözleşmesine uygun hareket ettikleri açıktır. Türk tarafının bütün aksi siyaset ve uygulamalarına ve bunun bir sonucu olarak 1800’lü yıllardan önce sahip oldukları siyasi – idari imtiyazları bir daha elde edememelerine rağmen Kürtlerin 20. yüzyılın başlarında kelimenin gerçek anlamıyla bir Türk devleti kurmaya çalışan Osmanlı mirasçılarını (ya da İttihat ve Terakki’nin uzantılarını [6] desteklemeye devam etmeleri, her ne olursa olsun tarihsel sözleşmenin şartlarına geri dönülebileceğine dair inanca veya umuda sahip olduklarını ortaya koymaktadır. Sözleşmeye bağlılık konusunda samimiyetlerinden kuşku duyulamayacak olan Kürtler, örneğin 1916’da İttihatçıların Ermenilerden sonra kendileri için devreye koydukları tehcir uygulamaları [7] gibi gerçekte olup bitenlerden ziyade, Mustafa Kemal’in “İslam kardeşliğine” dair sözlerine daha fazla ilgi göstermiştir. Bir başka açıdan ele alınırsa, Kürt milliyetçilerinin tarihsel idraksizliğinden söz edilebilir; ki bu tür bir iddia için de, İstanbul’daki marjinal milliyetçi elitler hariç tutulursa, söz konusu dönemde gerçekten güçlü ve kitleselleşmiş bir Kürt milliyetçiliğinin olması gerekir, oysa yoktur. Kürt milliyetçiliğinin tarihsel gecikmişliğinin bir tür zaafı da sayılabilecek bu hususu açıklamak için, muhtemelen elle tutulabilir en güçlü olgu, Bozarslan’ın öncelikli kıldığı “din”dir.

Cumhuriyet sonrasına gelindiğinde, Bozarslan, Şeyh Said İsyanını da, Kürtler nezdinde hem sözleşmeye hala bağlılığın sürdüğü hem de sözleşmenin sona erdiğinin idrak edildiği bir geçiş dönemi olarak değerlendirmektedir. Bundan sonra, Bozarslan’a göre, Kürt milliyetçiliği, “gâvur” Türk milliyetçiliğine karşı İslam’ı ihtiva edecek veya onun hamiliğini de üstlenecek biçimde içerik kazanırken, aynı zamanda “kendi ulus-devletlerini kurma” idrak ve hedefiyle sözleşmeyi anlamsız bulmuştur. Tam bu noktada, Kürt milliyetçilerinin o zamana kadar tek taraflı sahip çıktığı sözleşmeden tamamen vazgeçtiğini ileri sürmeden önce, bu iddiayı test edebilecek bazı hususlara bakmakta yarar vardır.

İhsan Nuri ve Celadet Bedirxan

Cumhuriyet sonrası Kürt milliyetçiliğinin önemli figürlerinden biri, kuşkusuz İhsan Nuri Paşa’dır. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı subayı olarak savaşta yer almış, Cumhuriyet kurulduktan sonra Şeyh Said İsyanından hemen önce 1924’teki Beytüşşebap baskınını gerçekleştirmiş, isyan sırasında Irak’ta olmuş ve 1927’de Ağrı İsyanının askeri liderliğini üstlenmiştir. İhsan Nuri Paşa’nın Şeyh Said İsyanı hakkındaki (95 yıl aradan sonra ilk kez ortaya çıktığı kaydedilen) metni ise, burada ele alınan konuya dair dikkate değer veriler barındırmaktadır [8].

İhsan Nuri Paşa, Kürtlerin daha önceki yıllarda “başkaldırı ideallerini” gerçekleştirmeleri durumunda “bugün boyunduruk altında ve eziyet içinde” yaşamayacaklarından ve “şikâyet etmek yerine, o zaman çok şeye sahip” olacaklarından emindir. Ancak “Dünya Savaşı veyahut Türk-Yunan Harbi esnasında kendi bağımsızlıklarını çok kolay bir şekilde elde” edebileceklerken Kürtlerin “bir iyilik” olarak “Türklerin durumunu daha da kötüleştirmemek için” bu yola tevessül etmediklerini, hatta “en ufak bir düşmanlık eyleminde dahi” bulunmadıklarını ileri sürmektedir. Elbette İhsan Nuri Paşa, bu iyiliğin karşılıksız olmadığını da eklemektedir:

“İstiyorlardı ki Türkler, Rumlarla giriştikleri mücadelenin sonunda Kürtlerin çıkarlarını da gözetip onların isteklerini yerine getirsin. Elbette Kürtlerin topraklarının büyük bir kısmını Kürdistan’ın oluşturduğu Türkiye Cumhuriyetinden beklentileri vardı.”  

Kürtlerin bu beklentileri karşılanmamış, iyilik karşılıksız kalmış ve nihayetinde Kürtler isyana kalkışmıştır. İhsan Nuri Paşa’nın bildirisinde açık biçimde Kürtlerin haklarından ve kendilerini yönetmelerinden söz edilmişse de, er geç boyun eğeceklerinden emin olduğu Türk siyasetçilerine “hataları ile ülkeyi kendileriyle birlikte eğer çöküşe götürmek istemiyorlarsa geç olmadan Kürtlerin haklı talepleri”ni kabul etmeleri çağrısında bulunmaktadır. Bu haklı talepler, bildiriye bakılırsa, somut olarak şunlardır: “Kürtlerin varlığını, kendi dillerinde eğitim görme hakkını ve kendi yasaları ile yönetilme ihtiyaçları…” (Ulugana 2020)

Şeyh Said İsyanı zamanında yazılan bu bildirideki temenniler de karşılık bulamamış, çok geçmeden bu kez Ağrı Dağında isyan patlak vermiş ve isyanın askerî lideri bu kez İhsan Nuri Paşa’nın kendisi olmuştur. Bu isyanın nedenleri ve hedefleri açısından da bu bildiri esas alınabilir ve denebilir ki, bağımsızlık için yola çıkılmışsa da, bir kez daha Türk tarafına Dünya Savaşı sırasındaki sözlerine sadık kalma çağrısı yapılmıştır.

Bu isyanın tertipleyicisi ve İhsan Nuri Paşa’yı isyanın komutasına atayan örgüt Xoybûn’dur. 1927’de kurulan Xoybûn’u “Kürt kimliğinin güçlendirilmesi ve Kürtlerin birlik arayışları açısından son derece yararlı” bulan ve “modern Kürt milliyetçiliği kapsamında yeni bir aşama olarak kabul” eden Rohat Alakom’un araştırmasına göre (1998:118), tüzüğünün ikinci maddesinde yer aldığı şekliyle, cemiyetin kesin amacı şöyleydi:

“Cemiyetin maksadı Türkiye boyunduruğu altında bulunan Kürdistan ve Kürtlerin tahliyesi ve hududu tabiyye ve milliyesi dahilinde bir Kürdistan devleti müstakilesinin teşkilidir.” (1998:127)

Kürdistan’ın diğer parçaları için herhangi bir hedef belirlemeyen, hatta bunu uluslararası siyaset ve ilişkiler çerçevesinde özellikle tercih ettiği anlaşılan Xoybûn’un isyan sırasındaki lideri (1928-1932) Celadet Ali Bedirxan’dır. Burada ele alınan konu çerçevesinde, Xoybûn’un amacıyla birlikte, Bedirxan’ın 1933’te Mustafa Kemal’e yazdığı mektuba bakmakta yarar vardır. “Kürdistan Meselesi”nin Kürt beylerinin İdris-i Bitlisi vasıtasıyla Yavuz Selim’e biat ettikleri 16. yüzyıldan beri var olduğunu, zaman içinde şartlara göre biçim aldığını ve gelinen aşamada “milli” bir nitelik kazandığını kaydeden Bedirxan’ın, liderliğini yaptığı Xoybûn’un tüzüğünden de anlaşıldığı üzere, bağımsızlık taraftarı olduğuna kuşku yoktur. Uzun uzadıya resmi tezlere yanıtlar vererek, Kürtlerin ayrı bir millet ve bundan doğan haklara sahip olduğunu anlatan Bedirxan, öte yandan başka bazı izahlarıyla ise aslında ayrılıkçılığın tek seçenek olmadığını da göstermektedir. Ayrıca mektubun yazıldığı döneme özellikle dikkat çekmek gerekecektir; mektup, Ağrı İsyanının da bastırıldığı ve Kürt milliyetçilerinin ikinci büyük girişimlerinin de hayal kırıklığıyla sonuçlandığı bir döneme tekabül etmektedir.

Bedirxan’ın mektubunda Türk ve Kürt ilişkilerinin bozulma nedenlerinden biri olarak İslamiyet’e işaret edilmektedir. Bedirxan’a göre, Cumhuriyet’le birlikte, “muhtelif ırk ve unsurlar arasında adeta milli bir vahdet vücuda getiren ve dini islamın fayizli meşimesinden doğan bir akidei siyasiyeyi, yerine hiçbir şey ikame edemeksizin, ortadan kaldırılıyor, cezirleriyle beraber söküyor ve mahvediyordu.” Cumhuriyet’in ortaya çıkardığı bu sonuçtan en fazla “Hıristiyan” Avrupa’nın memnun kaldığını savunan Bedirhan, Kürtleri görmezden geldikleri ve Cumhuriyet’i savundukları için ayrıca bunlara öfkelidir. (Yazım hataları korunmuştur. Bedırhan 1973:48)

Bu mektupta din kardeşi Kürtleri yüzüstü bırakmakla suçlanan ve bu nedenle teşhir edilen Cumhuriyet’in kurucularına örtük veya açık bir sözlerine sadık kalmaları çağrısı yer almaz. Daha ziyade bu mektup, savaş meydanından yenik çıkmışsa da, bir liderin veya savaşçının, bütün özgüveniyle, onuru ve temsil ettikleri için söylenmesi gerektiğine inandığı sözlerini, af dileme acizliğine düşmeden yüksek sesle haykırdığı tarihi önemdeki bir nutuk gibidir.

Xoybûn’un bağımsızlık iddiasına karşın, İhsan Nuri Paşa ile Celadet Bedirxan’ın metinleri, Kürt milliyetçilerinin Osmanlı zımnî sözleşmesine hala sadık olduklarını göstermesi bakımından dikkate değerdir. Bedirxan’ın ifadesiyle, “muhtelif ırk ve unsurlar arasında adeta milli bir vahdet vücuda getiren” İslamiyet’e atfedilen önem açıktır. Bundan hareketle Bozarslan’ın Şeyh Said İsyanı için öne sürdüğü iddiayı, Xoybûn’un yönlendirdiği Ağrı İsyanı için de geçerli kabul etmek mümkündür. Hatta, İslamiyet vurgusu bir yana bırakılırsa, eskiden beri süregeldiği üzere yereldeki imtiyazlı konumun kabul edilmesine dair iddiaları dolayısıyla 1937’deki Dersim İsyanı da bu çerçevede ele alınabilir. Nihayetinde 1925-1938 aralığında Kürt milliyetçilerinin söylemi, Bozarslan’ın işaret ettiği üzere, “sistematik bir şekilde ayrımcı değildi. İma ettiği üzere, Kürtler ve Türkler şayet karşılıklı saygı ve eşit statüde birleşirse, yeniden kardeş olabilirdi.” (2005a:52-53)

1970’ten Bugüne: Dr. Şivan ve Öcalan

En az 20 yıllık sessizliğin ardından, 1970’lere doğru yeniden canlanan Kürt milliyetçiliğinin öne çıkan figürlerinden biri, Doktor Şivan adıyla da bilinen Sait Kırmızıtoprak’tır. Molla Mustafa Barzani liderliğinde Güney Kürdistan’da parlak dönemini yaşayan Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) ile organik bağlantılar çerçevesinde Türkiye uzantısını kuran ve, kısa süre sonra KDP tarafından öldürüldüğü için mücadelesi daha başlamadan bitmişse de, dönemdaşlarından farklı olarak silahlı mücadele yöntemini esas alan Kırmızıtoprak, önüne bağımsızlığı değil, otonomiyi hedef olarak koymuştur [9].

“Kürdistan İhtilali” için yola çıkan ve sosyalist olduğu kadar katıksız bir milliyetçi de olan Kırmızıtoprak’ın Türk-Kürt ilişkilerine dair anlatısı hayli ilginçtir. Osmanlı zamanında olduğu gibi Kurtuluş Savaşı sırasında da Kürt ve Türklerin İslamiyet’in birleştirici bağı etrafında hareket ettiğini, hatta bu savaşın anti-emperyalist nitelikte olduğunu, fakat daha sonra Kemalist kadroların Batılılaşma ve laiklik siyasetiyle iki halkı bağlayan “İslami değerleri” bir yana ittiğini ileri süren Kırmızıtoprak, sonuç olarak “ırkçı-faşist bir egoizm ve oportünizmle” Kürtlerin inkâr edilmeye başlandığını kaydetmektedir (Dr. Şivan 2014:82-85-86).

Kuşkusuz Kırmızıtoprak’ın bu anlatısı çok seslidir. Bir yandan anti-emperyalizm vurgusuyla Türk soluna hitap ederek mücadelesine destek isterken, öbür yandan din vurgusuyla birkaç amacı güttüğü anlaşılmaktadır. Örneğin sosyalist-seküler olmasına rağmen Kemalizm’i dinsizlikle suçlarken Kürt Müslümanları milliyetçi davaya seferber etmeyi amaçladığı söylenebilir; ama aynı zamanda “din kardeşliğini” vurgularken bu argümanın ezen-ezilen milletler ilişkisinde manipülatif niteliğine de dikkat çekmektedir. Ama burada ele alınan konu çerçevesinde bakıldığında, Kırmızıtoprak’ın Birinci Dünya Savaşı sonrasında güncellenmiş bir Osmanlı zımnî sözleşmesinin varlığından kesinkes emin olduğu anlaşılmaktadır. Barındırdığı farklı birçok mesajla birlikte, Kırmızıtoprak’ın, bu sözleşmeyi, en azından pragmatik biçimde öngördüğü siyasi mücadelenin karşılık bulabilmesi için elverişli ve işlevsel kabul ettiği söylenebilir.

Kırmızıtoprak’ın ölümünden yedi yıl sonra, 1978’de Partiya Karkerên Kurdistanê’yi (PKK) kuran ve Türkiye’deki Kürt milliyetçiliğinin son kırk yılına damga vurduğu açık olan Abdullah Öcalan, Osmanlı zımnî sözleşmesi hakkında Kırmızıtoprak’a yakın bir yerde durmakta ve sözleşmeye dair anlatı günümüzde onunla muhtemelen en popüler haline kavuşmuştur.

Öcalan (ve dolayısıyla örgütü PKK) 1990’ların başına kadar, tam bağımsız bir Kürdistan hedefiyle hareket etmiş ve buna göre de söylem kurgulamıştır; Türk-Kürt ilişkilerine dair çerçeve de buna uygun olmuştur. Öcalan’a göre, ideolojileri “tarihi, siyasi ve sosyal kapsamı bakımından İsrail siyonizmine, Güney Afrika ve Rodezya ırkçılığına benzeyen” Kemalist milliyetçiler Kurtuluş Savaşı sırasında çeşitli sözler vererek Kürtleri yanlarına çekmiştir. İşler yoluna girdikten sonra ise Kemalistler, daha önce gizledikleri “Türk ulusu yaratma amacını” açığa vurarak Kürdistan’ı sömürgeleştirmeye ve Kürtleri inkâra başlamış, Kürtler de buna tepki olarak çeşitli isyanlara kalkışmıştır. Kürtlerin kandırılması için Kemalistlerin “din kardeşliği” yalanına başvurduklarını savunan Öcalan, daha geniş açıdan ise, dini (elbette İslâm dinini) sömürgeciliğin önemli tarihsel ve güncel araçlarından biri olarak kodlamıştır  (1993:81-82). Bu durumda, bağımsızlık amacı kadar, tarihsel bir aldatma olarak kabul ettiği Türk-Kürt ilişkilerinde belirleyici addedilen dine karşı cephe alması dolayısıyla, ilk döneminde Öcalan’ın, muhtemelen o döneme kadar görülen en keskin biçimde, Osmanlı sözleşmesini tamamen reddettiği ileri sürülebilir.

İlk dönemlerinde bağımsızlık dışındaki herhangi bir alternatifin dillendirilmesini en hafif ifadeyle oportünizm ile suçlayan Öcalan, zorlu geçen 10-15 yıllık silahlı mücadelenin deneyimleri neticesinde benzer bir “oportünizme” (bencilikten soyutlanırsa tam anlamıyla fırsatçılığa) keskin bir dönüş yapmıştır. 1990’lara gelindiğinde Öcalan’ın söylemini neredeyse tamamen değiştirdiği ve esaret altında tutulduğu İmralı Hapishanesindeki 2000 sonrası döneminde ise, bu değişimi daha sistemli hale getirdiği görülmektedir. 1990’ların başında bağımsız devlet hedefinden vazgeçtiğini deklare eden Öcalan, Kürt sorununun “en yakıcı İslami sorun” ve PKK’nin de “İslam’a en yakın hareket” olduğunu bile söyleyebilmiştir (Çakır 2011:72; Ayrıca bkz. Fırat 2020).

2000’den bugüne ise, Öcalan, Türk-Kürt ilişkilerini ve burada İslam’a atfettiği önemi stratejik bir siyasi söylem dahilinde kurgulamıştır. Öcalan’a göre, Kürt – Türk ilişkilerinde üç önemli tarihsel kavşak vardır. Birincisi, 1071’deki Malazgirt Savaşı, ikincisi Yavuz Sultan Selim dönemindeki Çaldıran ve Mercidabık savaşları, üçüncüsü ise 1920’lerin başında M. Kemal’in Kurtuluş Savaşı… Öcalan, “stratejik” önem atfettiği bu tarihsel kavşaklardaki Kürt – Türk ilişkilerinin esasını, Malazgirt Savaşı ile açıklamaya girişmektedir. Buna göre, İslâm’ı seçmelerinin esas nedenini de oluşturan Bizans saldırılarına karşı Kürtler, güvenlik ihtiyacı duymaktaydılar. “Yeni yurt ihtiyaçları olan” Türk boyları da, ya Kürtlerle savaşıp işgalci güç konumuna düşeceklerdi ya da ortak düşman Bizans’ı batıya sürerek ihtiyaçlarını karşılayacaklardı; onlar ikincisini seçerek, tarihsel Kürt – Türk ittifakının temellerini atmıştır. Dolayısıyla “Kürtlerle Türklerin ortak savaşı”nın “sonuçları açıktır”:

“Türk boyları için Anadolu’nun kapıları açılmış, tarihî bir dönem başlamıştır. Kürtler ise kendilerini yüzyıllardan beri sürekli baskılayan ve geriye iten tarihî bir engelleyici güçten kurtulmuş olmaktadır. İslâm bu ilişkide harç görevini görmüştür. İslâm örtüsü altında verilen ortak savaş, aslında kabile ve aşiret özellikleri ağır basan iki halkın varlıklarını koruma ve geliştirme amaçlıydı. Başarısızlık daha o zaman her iki halk için varlıklarını yitirme ve gerileme anlamına gelecekti.” (2013:84-85)

Kırmızıtoprak gibi sosyalist-seküler olan ve mücadelesi için dini araçsallaştıran – hatta etnikleştiren Öcalan’ın anakronizmden beslenen bu tarihsel anlatısı, barındırdığı pek çok farklı mesajın veya siyasi hedefin yanı sıra, en belirgin biçimde Osmanlı zımnî sözleşmesine dönüşü ve hatta sadakati ifade etmektedir. Böylece Öcalan, daha abartılı bir tarihsel anlatıyla Kürt milliyetçilerinin geçmişten beri dillendirdikleri sözleşmeyi yeniden güncellemiştir.

“Kürt Tarafı”nın Sözleşme Israrı

Kürt-Türk ilişkilerinin tarihsel önemine, bunun için birleştirici faktör olarak İslam’a ve bu çerçevede ayrılıkçılığı ifade etmeyen imtiyazlı hak ve hukuka göre içerik kazandığı varsayılırsa, Osmanlı zımnî sosyal ve siyasi sözleşmesinin, zaman ve ihtiyaçlara göre yeniden kurgulanmak şartıyla, Kürt milliyetçileri tarafından hep sahiplenildiği söylenebilir. Sözü edilen şey, Osmanlı’nın yıkımının ardından ortak verildiği savunulan Kurtuluş Savaşı döneminde Türk tarafıyla yeniden varılan bir mutabakattır ve senedi de Mustafa Kemal’in Kürtlere verdiği kaydedilen sözlerdir. Öte yandan, Kürt milliyetçileri, özellikle Şeyh Said ve Ağrı isyanları sonrasından bugüne, yeni Türk devleti ve onun Osmanlı’dan farklı olan normları çerçevesinde sözleşmenin hükümsüzlüğünün de gayet farkındadır. Bununla birlikte, Kürt milliyetçileri, ilk etapta Osmanlı zamanındaki muhtevayı pek aşmamış gibi görünen, ama aslında modern zamanların talepleriyle yeniden biçimlendirilen sözleşmeyle Türk tarafına seslenmeye devam etmiş ve böylece yeni normun yol açtığı Kürt / Kürdistan meselesinin çözümü açısından sözleşmeyi işlevsel kılmaya çalışmıştır. Başka bir ifadeyle, Kürt tarafı, eski Osmanlı düzenini değil, ama Osmanlı ile kurulan tarihsel hukukun yeni devletin ve dönemin şartları çerçevesinde gözetilip korunmasını talep ededurmuştur.

Bir diğer önemli husus da şu ki; Kürt tarafının yeni sözleşmeyi dillendirmeye devam etmesi, ikili bir duruma ve amaca göre değerlendirilebilir. Bir yanıyla Türk tarafının ikiyüzlülüğünün teşhir edilmesinde ve Kürtlerin haklılığının ortaya konulmasında sözleşmenin işlevsel olduğu söylenebilir. Üstelik laik yeni Türk devletinin İslamiyet üzerinden deşifre edilmesi, her ne kadar Müslüman Türk kardeşlerini bugüne dek hiçbir şekilde ikna etmeye yaramamışsa da, Müslüman Kürtlerin milliyetçi davaya seferber edilmesinde fayda sağlayabilirdi; sağlamıştır da… Diğer husus ise, peş peşe yaşanan isyanların ardından Kürt milliyetçilerinin hiç de istemediği sonuçların ortaya çıkmasıyla ilgilidir. Bu sözleşmenin, bağımsızlık idealleri imkânsızlaşan Kürt milliyetçilerinin her şeye rağmen bardağın dolu tarafını görmelerini sağladığı ileri sürülebilir. Böylece kendileri başarılı olamamış Kürt milliyetçileri, en nihayetinde, Kürtlerin varlığından tamamen kurtulamayacaklarına göre, rakiplerini de esas aldıkları yöntemlerle başarılı olamayacaklarına ikna etmek ve olup biteni daha az maliyetle kotarmak için sözleşmeyi ayrıca işlevsel gördükleri anlaşılmaktadır.

Bu hususların yanı sıra, Kürt tarafının sözleşmeye bağlılığıyla ilgili şöyle bir kıyaslama da yapılabilir: 1925-1938 arasındaki Kürt milliyetçilerinin bir yandan bağımsızlığı hedeflerken öbür yandan Osmanlı zamanındaki şartların yeni kurulan devlet tarafından da korunmasını talep etmeleri, bir ara geçişi ifade etmektedir. Ancak 1970 sonrasındaki Kürt milliyetçilerinin, benzer bir tarihsel arka planda sözleşmeyi yeniden dillendirirken, bunu siyasi pragmatizmin ve hatta daha da önemlisi öncülerin deneyimlerinden hareketle siyasi mecburiyetin bir gereği olarak dillendirdiği ileri sürülebilir. En nihayetinde, şu da söylenebilir ki; son yüzyıldaki Kürt milliyetçilerinin tamamı açısından, bağımsızlık mücadelesi yerine, Birinci Dünya Savaşı sırasında Türk devletiyle Osmanlı zamanından kalma alışkanlıklarla yeni bir sözleşmenin tercih edilmiş olması, tarihsel bir fırsatın ıskalanması anlamına geldiği ileri sürülebilir ve yüzyıldır süregelen isyanlar da bu kahredici zaafın neticesidir. Bununla birlikte, kaçan trene yetişmek mümkün değilse de, kahrolup durmanın da bir anlamı yoktur ve tam da bu noktada kaçan trenden geriye kalan bir hikâye yeni fırsat kapılarını açabilirdi.

Ümmetçi “Zımnî Sözleşme”

Bir diğer önemli başlığa gelince, bu, zımnî sözleşmenin muhtemelen en önemli ayağı olan din olgusuyla ilgilidir. Bozarslan, Şeyh Said İsyanı dolayısıyla, geleneksel veya dindar Kürt toplumunun (ki bu büyük bir ekseriyete tekabül etmekte) laik Cumhuriyet’e karşı Müslümanlığı Kürtlükle özdeşleştirdiğini ve bunun sonucu olarak da milliyetçiliğin bu kesimin zımnî sözleşmenin sona erdiğini anlamalarını sağladığını varsaymaktadır. Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki isyanların belkemiğini şeyh veya pirlerin öncülüğünde dahil olan geleneksel Kürt toplumu oluşturduğu doğrudur ve bu açıdan Bozarslan haklıdır.

Ancak bu varsayım, öncelikle din olgusu ele alındığında, sözleşme üzerinden dillendirilen Kürt ve Türklerin kadim birlikteliklerinin tamamen koptuğunu doğrulamamaktadır. Aksine Müslüman Kürtlerin Müslüman Türklerle bağları, en azından bu isyanların bastırılmasından sonraki dönemler itibarıyla, Kürt milliyetçileriyle olan bağlarından daha güçlü olagelmiştir. Bu durumda laiklik karşıtı Kürt ve Türkleri buluşturan hususun, etnik / milli kimlikleri geri plana iten ve bu kimliklerle ilgili meselelerin doğal çözümünü ihtiva ettiği savunulan Ümmetçilik olduğu varsayılabilir.

Aslında bu varsayım, Cumhuriyet dönemi Kürt meselesinin bir başka anlatısı olmuştur. Aynı şekilde Müslüman Türk ve Kürt kardeşlerin Kurtuluş Savaşını ortak verdiklerine, laik Kemalistlerin her iki kesimi de aldattığına ve pek çok başka mesele gibi etnik/milli Kürt meselesinin de bu nedenle ortaya çıktığına dayanan Ümmetçi kurgu, Kürt milliyetçilerinin zımnî sözleşmeye yüklediği anlamların aksini ifade etmektedir. Aynı şey gibi görünebilir, ancak aynı sonuçlara varmadıkları açık olan iki ayrı kurgu söz konusudur ve tam da bu noktada, ilk dönem Kürt isyanlarındaki görünümün aksine, bu isyanlardan sonra Kürt milliyetçiliği davasının neden geleneksel Kürt toplumundan umulan desteği uzun süre boyunca devşiremediği de böylelikle anlaşılabilir. İlk elden 1970 sonrasında Kürt milliyetçiliği davasını belirleyen akımın sol-seküler oluşu ileri sürülebilir, ancak bu kesinlikle yeterli bir açıklama olmayacaktır. Zira Şeyh Said veya Ağrı İsyanı sırasında mobilize olabilen geleneksel Kürt liderleri ve hitap ettikleri büyük ekseriyet, sol-seküler Kürtçü akıma alternatif olarak hiçbir zaman varlık göstermemiştir. (Elbette daha değişik bir çerçevede değerlendirilmesi gereken Hizbullah ile bazı marjinal Kürt-İslamcı oluşumlar da bu hesaba katılabilir.) Bunun aksine, Kürt geleneksel toplumunun tercihi, çoğunlukla Türkçü muhafazakâr veya İslamcı akımlar olmuştur. Böylece Bozarslan’ın Şeyh Said İsyanı döneminde Kürtlük ile İslam’ı özdeşleştirdiğini söylediği Kürt geleneksel kesimi için, bu kez, belki de ağır maliyetini bir daha üstlenmek istemeyip bir yana bırakmayı tercih ettikleri Kürtlük yerine, Türklükle de özdeşleştirmedikleri Türklerin Ümmetçi akımları daha cazip hale gelmiştir. Nihayetinde Ümmetçilik, etnik/milli meseleleri otomatikman çözerdi ve Osmanlı zımnî sözleşmesine bağlılık bu açıdan da pekâlâ sonuç verebilirdi!

Çok uzaklara gitmeden, 1990’ların başından bugüne, Kürt bölgesinde tercih edilen siyasi partilere bakıldığında bile bazı sonuçlara varmak mümkündür. Bir yandan dramatik bir savaşla Kürt milliyetçiliği davası devam ederken öbür yandan siyasi İslamcılığın gitgide hâkim olduğu bir dönemden söz edilmektedir. Açık kaynaklardan rahatlıkla elde edilip analiz edilebileceği üzere, Kürt bölgesinde 1990-2010 arasında örneğin Refah Partisi ve devamındaki AKP, Kürt meselesini önceleyen HEP-HDP geleneğini geride bırakmıştır. 2010’dan sonra ancak tablo değişebilmiş ve 2015’ten bu yana Kürt yanlısı siyaset daha ağırlıklı hale gelebilmiştir [10].

Bu başlıkta dile getirilenlerden hareketle, şu hususların altını yeniden çizmekte fayda vardır:

Birincisi; din kardeşliği veya mücadelesi üzerinden Türklerle kurulan bağ, Kürt milliyetçilerinin kurguladığı çerçevenin haricinde, ayrıca işlevsel olmuş ve Osmanlı zımnî sözleşmesinin Kürt toplumu nezdindeki sürekliliğine ayrı bir alan açmıştır.

İkincisi; Kürt milliyetçilerinden farklı olarak, geleneksel Kürt liderlerinin ve hitap ettikleri toplumsal kesimin Osmanlı zımnî sözleşmesinin tamamen çöktüğünü anlayabilmeleri için, bizatihi sözleşmeyi işlevli tutmaya yarayan en önemli dayanağın, yani “din kardeşliği” bağının çökmesi gerekirdi. Ancak bu pek de kolay olabilen bir husus olmamıştır. AKP’nin milliyetçi – ırkçı MHP ile 2015 sonrasında kurduğu ittifakın, bir bakıma çöküşün anlaşılmasını daha aleni hale getirdiği söylenebilir; nihayetinde AKP tek başına İslamcı değildi ve İslam’ı Türklükle özdeşleştiren Türk-İslamcı geleneğin devamcısı olduğunu göstermiştir.

Üçüncüsü; AKP ile birlikte, etnik/milli Kürt meselesinin önemli oranda laik Cumhuriyet’in vasıflarından kaynaklandığı ve İslamcı bir iktidar ile Osmanlı dönemindeki gibi (en azından Türklüğün de dahil olduğu etnik/milli kimliklerin nötralize edilmesi suretiyle) bu sorunun çözülebileceğine dair (hiç de yabana atılamayacak düzeyde taraftarı olan) algı zayıflamıştır. Bu da Osmanlı zımnî sözleşmesinin anlamsızlaştığını gösteren bir başka veri olarak kabul edilebilir.

Dördüncüsü; Cumhuriyet’in ilk yarısındaki (ya da 1970 öncesindeki) Kürt milliyetçileri (en fazla da Bozarslan’ın dikkat çektiği “ikinci damar”), din kardeşliği üzerinden samimiyetle Müslüman Türk kardeşleriyle bir bağın varlığına inanmış gibidir ve onların da laik Cumhuriyet’ten mustarip olduklarını düşünmüş olabilmeleri gayet doğaldır. Haliyle bu, bu din kardeşlerinden (eğer ummuşlarsa) neden hiçbir zaman destek göremediklerinin açıklayıcı bir çerçevesi ya da gerekçesi de olabilmiştir. Ancak Müslüman Türk kardeşler iktidara geldikten sonra, bu açıklayıcı çerçevenin gerçekte irrasyonel ve manipülatif olduğu daha net görülebilmiştir. Buna karşın 1970 sonrası Kürt milliyetçileri (elbette Kürt milliyetçiliği davasına yön veren sol-sekülerler), din kardeşliği üzerinden kurgulanan birlikteliğin daha en başından beri irrasyonel ve manipülatif olduğunun gayet farkındadır [11] ve buna rağmen bu söylemin kendilerine manevra alanı açabileceğini ummaya devam etmişlerdir. Ve hatta, Kürt dindarlarının Ümmetçilik çerçevesinde sözleşmeye olan bağlılığı, laik-seküler Kürt milliyetçilerinin bu sözleşmeyi hatırlamalarının, dillendirmelerinin ve bir çözüm rehberi olarak savunmalarının bir başka zorunlu nedeni olarak da ele alınabilir. Ümmetçi akımların Kürtlüğü asimile edebilme veya araçsallaştırabilme kabiliyetine karşılık olarak, seküler Kürt milliyetçilerinin İslam’ı araçsallaştırma ve hatta etnikleştirme yoluna başvurduğu ileri sürülebilir.

Veya “Orta Yol”

Dikkat çekilen bütün hususların yanı sıra, aynı zamanda bir mecburiyet hikâyesi de olan Kürtlerin Osmanlı zımnî sözleşmesine süregelen tek taraflı bağlılığını, başka bazı hususlarla birlikte açıklamak da mümkündür. Bunun için Martin van Bruinessen’in “orta yol” izahı gayet açıklayıcı bir çerçeve sunmaktadır.

Neredeyse (Türkiye’nin yanı sıra İran, Irak ve Suriye’deki) bütün Kürt örgütleri ilk ortaya çıktıklarında, ayrı bir millet olmanın gereği olarak bağımsızlık ve ayrı devlet iddiasını bir şekilde dillendirmiştir. Ancak çoğunlukla varılan sonuç bu olmamıştır. Bağımsız devlet mücadelesinde kendilerinden daha kalabalık ve her açıdan daha fazla imkâna sahip Türk, Arap ve Fars milliyetçileriyle karşı karşıya gelen Kürtler, özellikle 20. yüzyıldaki isyan-bastırma pratiklerinin de gösterdiği üzere, isteklerine ulaşamamıştır. Yaşanan hayal kırıklığı Kürtler arasında adaletsizliği ve eşitsizliği daha derinden hissettirirken; esasında bu durum, pek çok azınlık milliyetçiliğinde olduğu gibi, tükenişe değil biriken öfkeye ve Kürt milliyetçiliğinin daha da bilenmesine yol açmıştır. Norman Davies’in milliyetçiliğin “yalnızca başarma olasılığının en fazla olduğu yerlerde filizlenmediği”, “tam tersine yenilgi ve baskıyla beslendiği” ve dolayısıyla “neredeyse ulusal fikirlerin ateşliliğinin, başarının imkânsızlığıyla orantılı olarak arttığı” şeklindeki tespiti Kürtler için de geçerlidir (2011:862).

Kürt karşıtı milliyetçiliğin Şeyh Said İsyanından bugüne bir türlü kabullenmeye yanaşmadığı bu önemli gerçek, aynı zamanda, Kürt milliyetçilerinin, yenilgi - hayal kırıklığı ile öfke - radikallik arasında bilenen iki tarafı keskin virajda yol almak zorunda kaldıklarının gerçeğidir. Bu şartlar altında Kürt milliyetçilerinin, bağımsızlık hayali ile somut koşulların gerçekleri arasında bir tercih yapmak veya “bir orta yol bulmak durumunda kaldıkları” söylenebilir. Genellikle gönüllerde ve hayallerde bağımsız Kürdistan yerini korurken, somut siyasette orta yol olarak ülke içi çözümlerin tercih edildiği görülmektedir. Diğer bir ifadeyle, Kürt hareketlerinin hayalini “siyasal romantizmin”, tercihlerini ise “mantıksal siyasi itirazlar, fikirler ve çekincelerin” belirlediği ileri sürülebilir (Bruinessen 2014:11). Orta yol çözümü, çoğunlukla Kürt hareketlerin (kuşkusuz hepsinin aynı anlamları yüklemediği) otonomist bir siyasete yönelmelerini ifade etmektedir. Federasyon, demokratik özerklik, yerel yönetim özerkliği, kültürel özerklik ve benzeri çözüm önerileri bunu göstermektedir.

Öte yandan Kürt milliyetçiliğinin ayrılıkçı eğilimini zayıflatan veya zorlaştıran başka faktörler de söz konusu olmuştur. Muhtemelen bu faktörlerin başında, Kürtlerin yaşadıkları ülkelerdeki hayat gerçekleri gelmektedir. Öncelikle Mesut Yeğen’in (2006) dikkat çektiği üzere, Türkiye’de siyaseten değilse de kültürel olarak Kürtlerin önemli oranda asimile oldukları ve bunun sonucu olarak, bütün dramatik hikâyesine ve süregelen dışlayıcı uygulamalara rağmen, entegrasyonu benimsedikleri söylenebilir. David McDowall de, Kürtlerin büyük bir kısmının gerek devlet uygulamaları gerekse de eğitim, geçim ve benzeri şartlar nedeniyle Kürt bölgesinin dışına çıkarak İstanbul, İzmir, Tebriz, Tahran, Bağdat, Şam gibi metropollere göçtüğüne ve “Kürdistan’ı terk etmeyenlerin çoğu [ise] göçmen işçilerden gelen paralarla yaşamakta” olduğuna dikkat çekmektedir. “Böylece romantik düşünceleri ne olursa olsun birçok Kürt, yalnızca Kürt olduklarını değil, aynı zamanda ekonomik ve kültürel anlamda için[d]e yaşadıkları ülkenin bir parçası olduklarını anlamaktadır.” (2004:634)

Bütün bu hususlara ek olarak; Kürtler açısından, örneğin Irak ve Suriye’de geçmişe nazaran günümüz koşullarında daha mümkün hale gelmiş görünen bağımsızlık, en azından bölgesel ve uluslararası güç dengeleri nedeniyle hala en zor seçeneklerden biri olmaya devam etmektedir. Zira Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı zımnî sözleşmesini geçersizleştirerek yerine ulus devletin normunu ikame ettiği zamandan bugüne, bölgesel ve uluslararası güç ilişkileri ve siyaset de, bu normun korunmasını garanti etmiş ve dolayısıyla hiçbir zaman Kürtlerin lehine olmamıştır.

Sonuç olarak; bütün bu hususlar, örneğin Barzani Hareketi’nin uzun süre siyasi yönünü belirleyen “Irak’a Demokrasi Kürdistan’a Federasyon” sloganı ile 1990’dan bu yana PKK (ve aynı kulvardaki siyasi oluşumlar) tarafından dillendirilen “Demokratik Türkiye Özerk Kürdistan” sloganı arasındaki, gündelik siyasi çağrışımlar bir yana, ortak (ya da benzer) tarihsel hikâyeyi izah etmektedir. Bu hikâye, Kürt milliyetçi aktörlerinin, hayaller ve gerçekler arasındaki dar ve keskin köşeli manevra alanında göğüslemeleri gereken zorlukları ve bunları beslemeye devam eden şartlar karşısında bazen hayallerinin kabullenmekte direndiği seçenekleri neden realize ettiklerini / etmek zorunda kaldıklarını anlatmaktadır.

NOTLAR

[1] “Osmanlı zımnî sosyal sözleşmesi”nin Mustafa Kemal’le devam ettiğini ve bunun, örneğin Montesquieu’nun Doğulu despot rejimlere dair iddialarının aksine, Osmanlı’dan Cumhuriyete kesintisiz devam eden halkçı veya sivil geleneğin özgün bir veçhesini oluşturduğunu iddia eder ki, bu hakikaten çok tartışma götürür. “Türk tarihinde halkçı, eşitlikçi, demokratik bir nesil[in] sürekli” var olduğunu ileri süren Mardin, “Osmanlı zımnî sosyal sözleşmesi”nin de bir bakıma bu nesil vasıtasıyla Osmanlı’dan Cumhuriyet’e süreklileştiğini ve bunun “bir sır, Türk toplumundaki gözle görülmeyen bir gücün eseri” olduğunu belirtmektedir. Nihayetinde, Mardin’in, bu geleneğin, “ordu, yeniçeriler ve daha sonra generaller”, yani “halk tepkisi”ni veya “kamuoyu desteği”ni arkasına alan askerler tarafından korunduğunu iddia etmesi enteresandır (1991:109-110-121). Kenan Evren de 1980 darbesini “halkın talepleri” ile meşrulaştırmıştı ve ortaya çıkan sonuç, hiç kuşkusuz sivil ve özgürlükçü bir protesto veya halk isyanları geleneğine işaret etmez. Ancak, Mardin’in pek de yadırgamadığı, hatta olumluladığı biçimde Türk modernleşmesinin militarist hikâyesine veya geleneğine dair fikirleri, örneğin Murat Belge’nin (2011) sahici okumaya tabi tuttuğu bu geleneğe dair görüşlerini kanıtlamakta ve bu açıdan bir gerçeği ifade ettiği de kaydedilebilir.

[2] Derya Bayır, Osmanlı ile İdris-i Bitlisî arasında yapılan Kanunname-i Osmani anlaşmasına göre, Kürtlere tanınan özerklik hakkının üç farklı yönetim yapısına dayandığını kaydetmektedir. “Birincisi Osmanlı Sancak yönetimidir ki Kürt aşiret düzeninin özellikle güçlü olmadığı kırsal alanlarda uygulandı.” “İkinci idari yapı Ekrad (Kürt) Sancaklarıydı. Bu sancakların yönetimi bölgenin fethinde Osmanlılara yardımları nedeniyle yerel hanedan ya da beylere verilmişti.” “Üçüncü idari yapı Hükümet Sancakları idi. Bu bölgeler merkeze vergi vermiyordu ve yönetimleri yerel eşrafa bırakılmıştı.” (2017:43)

[3] 19. yüzyılın önemli iki hadisesi olan Bedirxan Bey ile Şeyh Ubeydullah isyanları Kürt-Osmanlı ilişkileri çerçevesinde döneme dair pek çok veri sunmaktadır. Bkz. Kardam 2011; Celîl 2014.

[4] Kuşkusuz bu makalenin gündemi çerçevesinde değerlendirilebilecek bir diğer hadise de 1921’deki Koçgiri İsyanı idi. Ancak bu isyan daha Cumhuriyet kurulmadan ortaya çıkmış, Şeyh Said İsyanı kadar yaygın bir coğrafyada etkili olmamıştır. Aynı şekilde görece daha az donanımlı olan bu isyan, kısa sürede ve daha az bir maliyetle bastırılmıştır. Bununla birlikte bu makalenin gündemi çerçevesinde değerlendirildiğinde; bu isyanı tertipleyenlerin de bir yandan bağımsızlık iddiasını taşıdığı, ama öbür yandan daha belirgin biçimde şartların yeniden müzakeresini gündeme getirdiği ve bu haliyle Osmanlı zımnî sözleşmesinden pek de sapmadığı ileri sürülebilir. Koçgiri İsyanı için bkz. Çiçek 1999; Soileau 2017.

[5] Makalede ele alınan konunun meramını da ortaya koyan Bozarslan’ın Osmanlı modernleşme hikâyesine dair şu değerlendirmeleri önemlidir. Bozarslan’a göre, toprak kayıplarından çok “güven eksikliği” ve “gerileme” duygusuyla ortaya çıkan “her daim muzaffer” İmparatorluğun krizinin engellenmesi amacıyla 1793’de ilan edilen “yeni düzen” (nizam-ı cedid) ilanıyla başlayan reform çabaları, 1839’daki Tanzimat’ın ilanıyla devam ettirilmiştir.

“Bu reformların hedefi her şeyden önce ‘devleti kurtarmak’tı. Fakat bu amaç, ordunun ve bürokrasinin basit bir biçimde modernleştirilmesinden daha derin bir değişim gerektirmekteydi. Şerif Mardin’in altını çizdiği gibi, Tanzimat’tan önce Merkez’in gücü, özerkliğini kabul ettiği çevreyle olan kopukluğundan yatmaktaydı. Bundan böyle Merkez’in ortaya koyduğu projelerin gerçekleştirilebilme şansı, önce keşfedilmesi, ardından da sorumluluk kazandırılması gereken Osmanlı ‘tebaa’sına bağlıydı. Tanzimat mimarlarından biri olan Ali Paşa’ya maledilen bir cümle, bu durumu açıkça özetlemektedir: ‘Bu devlete bir millet gerek.’

Ancak yapısal nitelikte olmayan reformların reformcuların beklentilerine ters düşen sonuçlar doğurduğunu kaydeden Bozarslan, İmparatorluğun küçülmeye devam ettiğini ve nihayetinde Abdülhamit’in “sonuç olarak İmparatorluğun Anadolu’ya çekilmek zorunda kalacağını anlamış gibidir” demektedir. Bu noktada çare olarak ileri sürülen bir “doktrin”den söz eden Bozarslan, aynı zamanda Osmanlı’nın son yüzyılında olup bitenlerin Cumhuriyet’le devam eden ilişkisini de ortaya koyacak biçimde şunları belirtmektedir:

“Doktrinin amacı, bu ‘nüveyi’ [Anadolu’yu] homojenleştirmek ve bunu, Kürtler ve Araplar gibi Müslüman olan, ama Türk olmayan halkların yaşadığı çevre bölgeler sayesinde korumaktı. En az 100.000 Ermeni’nin öldürülmesine yol açan 1894-1896 katliamları, Anadolu’nun Türk ve Müslüman bir topluluk olarak yeniden oluşturulmasına doğru atılan ilk somut adımdır.” (2008:15-16-20)

[6] Kemalist çevrelerde çoğu kez İttihatçılarla Cumhuriyet’i kuran kadrolar arasına özellikle bir mesafe konulduğu söylenebilir. Öte yandan Kemalistlerin sadece İttihatçılarla da değil, bir bütün olarak enkazından çıktıkları Osmanlı’yı görünmez bir geçmiş haline getirmek için epey çaba gösterdiği de kaydedilebilir. Ancak gerçekte durumun hiç de böyle olmadığı açıktır; en azından merkezileşme, modernleşme ve Türkçülük babında Kemalistlerin izlediği siyaset Osmanlı’nın son yüzyılında bir şekilde gündemde olmuş ve İttihatçılar tarafından da resmen benimsenmiştir. İttihatçılar ile Kemalistler arasındaki siyasi ve ideolojik devamlılık Kürt meselesinde bariz biçimde ortadadır. Buna dair güçlü veriler ve analizler için bkz. Bozarslan 2008; Dündar 2010; Üngör 2016.

[7] 1916 kışında, Ermeni tehcirinin (ve katliamının] akabinde ve onu çağrıştıracak biçimde sistematik olarak Kürtler sürülmüştür. Son dönemlerdeki bazı nitelikli çalışmalarla birlikte yeni yeni gündem olabilen Kürt tehcirinin ve ardındaki maksadın (örneğin daha sonra Cumhuriyet’in kelimesi kelimesine benimsediği iskân planının) ilk kez Celadet Ali Bedirxan tarafından dillendirildiği anlaşılmaktadır. (1918 tarihli Jîn dergisinin bazı sayılarında konuya dair çeşitli yazılar ve istatistikler yayınlanmıştır; ancak olup bitenlerin daha ziyade dünya savaşının dramatik bir sonucu olarak ele alındığı anlaşılmaktadır.) Birçok kaynakta farklı rakamlar telaffuz edilmişse de, rahatlıkla söylenebilir ki, yüzbinlerce Kürt bu tehcirden etkilenmiş ve binlercesi dramatik şekilde ölmüştür (Bkz. Bedirxan 1973; Chirguh 2009; Dündar 2010; Üngör 2016.)

[8]. Yazar Sedat Ulugana’ya göre, 2020’nin son günlerinde Özgür Politika gazetesinde yayımladığı belge, 95 yıl sonra ilk defa kamuoyuna mal oluyordu. İhsan Nuri Paşa tarafında 1925’te Bağdat’ta kaleme alınan ve Şeyh Said İsyanı ile ilgili Türk devletinin dezenformasyonlarına yanıt verilen bildirinin Fransız devlet arşivlerinde ortaya çıkarıldığı kaydedilmektedir (Bkz. Ulugana 2020).

[9]. Kırmızıtoprak’ın yaşam öyküsü, milliyetçi tasavvuru ve din söylemi hakkında daha önce Kürt Araştırmaları Dergisi’nde yazdığım yazıya bakılabilir (Fırat 2020).

[10] Bu başlıkta genellemelere gidildiği kabul edilmektedir. Ancak makalenin sınırları dahilinde yapılabilen bu genellemeler, sözü edilen hususların tek geçerli açıklaması anlamına gelmemektedir. Aksine burada dillendirilen hususların çok daha karmaşık dinî, sosyal, siyasal ve ekonomik yönleri olduğu açıktır. Bunun için bkz. Bilici 2018; Çiçek 2015; Fırat 2020; Gündoğan 2012; Saraçoğlu 2011;2012; Somer 2016.

[11] Kürt meselesi çerçevesinde İslâm’ın etnik/milli meselelerle ilişkisi veya ilişkilendirilme biçimi hakkında daha önce Kürt Araştırmaları Dergisi’nde genişçe yazmıştım (Fırat 2020) ve 10. notta verilen kaynaklarda da yeterli veri bulunabilir. Ancak yine de yeri gelmişken kaydetmekte yarar vardır ki; Kürt meselesi gibi etnik/milli özelliği bulanan meselelerin çözümünde İslâm ortak paydasının veya üst kimliğinin çözüm olarak sunulması esasında irrasyoneldir. Şayet aynı dine mensubiyet bir çözüm olabilseydi, ta en başından beri hiçbir sorunun ortaya çıkmaması gerekirdi. Ancak Kürt meselesinde hak ve aidiyet öncelikleri dinî olmanın ötesinde millidir. Türk ve Kürt milliyetçiliklerinin çatışmasında İslâm bugüne kadar çözümleyici unsur olarak değil, her iki taraf açısından çatışmanın haklılığına ve meşruluğuna gerek araçsallaştırılarak gerekse de etnikleştirilerek alet edilmiştir. Bu yönüyle İslâm bir bakıma bizzat meseleye yol açan unsurlardan biri haline gelmektedir. Haliyle, Murat Somer’in dikkat çektiği gibi, “hem Türk hem de Kürt milliyetçileri aynı İslami sembolleri kendi davaları adına araçsallaştırabilecekleri için, İslami ideolojinin veya dini bağların otomatikman etnik sorunlara çare olabilmesini beklemek zor”dur.

Öte yandan Kürt meselesi gibi meselelerin bizatihi entik / milli niteliklerden dolayı İslâmî çözümle uyuşmayacağı söylenebilir. Varsayıldığı şekliyle İslâmî çözüm, kavmiyetçiliğin / milliyetçiliğin reddine veya ümmetçilik düşüncesi dahilinde önemsizleştirilmesine dayanmaktadır. “Sonuçta İslam da etnik aidiyetlere ancak dini aidiyetlerin önüne geçmedikleri oranda nötr bakıyor. Yani sonsuz bir hoşgörü yok.” (Somer 2016:313) Bu durumda, zaten etnik / milli haklarının gasp edildiğini savunan Kürt milliyetçilerinden İslâmî çözüm / ümmetçilik adına bu iddialarından vazgeçmeleri veya ümmetçilik idealine asimile olmaları beklenecektir. Gerçekten Kürt olmaktan kaynaklanan hakların önemsizliğine kani olurlarsa, zaten milliyetçi olmazlar ve haliyle çözülmesi gereken herhangi bir mesele de kalmaz. Ancak beri yandan Türklerin, Farsların, Arapların milli aidiyetlerinden kaynaklanan çıkarlarını korudukları görülürken; Kürtlerden bu haklarından feragat etmelerini istemek, en azından hala devam eden ihtilaflar göz önüne alındığında, pek sonuç alıcı ve gerçekçi olmayacaktır. Bu tür bir çözüm, Türklüğe dayanan sistemin nimetlerinden faydalanmaya devam eden, bunu çok da sorun addetmeyen, hatta Türklüğü İslâmî kimliklerinin asli unsurlarından biri haline getiren Türkiye’deki İslâmcıların “din kardeşleri” Kürtlerden ümmetçilik adına asimile olmalarını beklemeleriyle aynı şeydir.

Nihayetinde, İran’daki İslâmî rejimin Kürtlere ve Cezayir’deki İslâmcıların Berberilere yaklaşımını örnek gösteren Sami Zubaida’nın kaydettiği üzere, “pan-İslamcılığın milliyetçilik-karşıtı bir mantığı var” ve bu zaten “genel olarak uygulanmıyor.” Kaldı ki, çok doğru biçimde Zubaida, İslâmcıların demokrasi, hukuk devleti, çoğulculuk gibi aslında etnik/milli meselelerin çözümünü mümkün kılabilecek veya kolaylaştırabilecek kavram ve uygulamalara mesafesine (ve hatta karşıtlığına) dikkat çekmektedir (Akt. Somer 2016:323). Bu haliyle de etnik / milli meseleler için İslâmî bir çözüm beklemek, yine irrasyonelliktir. Bu hikâyenin, yani İslâmcılığın Kürt meselesinin çözümünü olanaklı kılabileceğine dair anlatının en güncel iflası ise, muhtemelen AKP’nin Kürt karşıtı siyasetiyle açığa çıkmıştır.

KAYNAKÇA

Alakom, Rohat (2011). Xoybûn Örgütü ve Ağrı Ayaklanması. İstanbul: Avesta Yayınları

Bayır, Derya  (2017). Türk Hukukunda Azınlıklar ve Milliyetçilik. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları

Bedırhan, Celadet Ali (1973). “Mektup” / Mümtaz Mütefekkir CELADET ALİ BEDIRHAN’ın (Türkiye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine) Yazdığı Açık MEKTUP. (Naşiri: Dr. M. Nuri Dersimî). Halep

Belge, Murat (2011). Militarist Modernleşme / Almanya, Japonya ve Türkiye. İstanbul: İletişim Yayınları

Bilici, Mücahit (2018). Hamal Kürt / Türk İslamı ve Kürt Sorunu. İstanbul: Avesta Yayınları

Bozarslan, Hamit (2005). - (2005). Türkiye’de Kürt Milliyetçiliği: Zımni Sözleşmeden İsyana (1919-1925). Abbas Vali (der.), Kürt Milliyetçiliğinin Kökenleri içinde. İstanbul: Avesta Yayınları

- (2005a). Türkiye’de (1919-1980) Yazılı Kürt Tarihi Söylemi Üzerine Bazı Hususlar. Abbas Vali (der.), Kürt Milliyetçiliğinin Kökenleri içinde. İstanbul: Avesta Yayınları

- (2008). Türkiye’nin Modern Tarihi. İstanbul: Avesta Yayınları

Bruinessen, Martin van (2014). Önsöz. Wadie Jwaideh, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi / Kökenleri ve Gelişimi içinde. İstanbul: İletişim Yayınları

Celîl, Celîlê (2014). 1880 Kürt Ayaklanması / Şeyh Ubeydullah Nehri. İstanbul: Avesta Yayınları

Chirguh, Dr Bletch (2009). Kürt Sorunu Kökeni ve Nedenleri. İstanbul: Avesta Yayınları

Çakır, Ruşen (2011). Derin Hizbullah-İslamcı Şiddetin Geleceği. İstanbul: Metis Yayınları

Çiçek, Evin Aydar (1999). Koçgiri Ulusal Kurtuluş Hareketi. Stockholm: Apec Yayınları

Çiçek, Cuma (2015). Ulus, Din, Sınıf / Türkiye’de Kürt Mutabakatının İnşaası. İstanbul: İletişim Yayınları

Davies, Norman (2011). Avrupa Tarihi. Ankara: İmge Yayınları

Dersimi, M. Nuri (1952). Kürdistan Tarihinde Dersim. Halep: Anı Matbaası

Dr. Şivan (2014). Kürt Millet Hareketleri ve Irak’ta Kürdistan İhtilali. İstanbul: El Yayınları

Dündar, Fuat (2010). Modern Türkiye’nin Şifresi / İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918). İstanbul: İletişim Yayınları

Fırat, Nuri (2020). Bitlisî’nin ‘Mezhep Savaşı’: Bedirxan, Dr. Şivan ve Öcalan. http://kurdarastirmalari.com/yazi-detay-bitlis-nin-mezhep-sava-bedirxan-dr-van-ve-calan-81 Erişim Tarihi: 30 Aralık 2020

Gündoğan, Cemil (2012). Geleneğin Değersizleşmesi: Kürt Hareketinin 1970’lerde Gelenekselle İlişkisi Üzerine. Büsra Ersanlı, Günay Göksü Özdoğan, Nesrin Uçarlar (Der.), Türkiye Siyasetinde Kürtler / Direniş, Hak Arayışı, Katılım içinde. İstanbul: İletişim Yayınları

Kardam, Ahmet (2011) Cizre Bohtan Beyi Bedirhan / Direniş ve İsyan Yayınları. Ankara: Dipnot Yayınları

Mardin, Şerif (1991). Türk Modernleşmesi / Makaleler IV. İstanbul: İletişim Yayınları

McDowall, David (2004). Modern Kürt Tarihi. İstanbul: Doruk Yayınları

Öcalan, Abdullah (1993). Kürdistan Devriminin Yolu (Manifesto). Köln: Weşanen Serxwebun

- (2013). Demokratik Uygarlık Manifestosu / V. Kitap / Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü / Kültürel Soykırım Kıskacındaki Kürtleri Savunmak. Azadi Matbaası (Yer Belirtilmemiş): Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Yayınları

Saraçoğlu, Cenk (2011). İslami-Muhafazakar Milliyetçiliğin Millet Tasarımı: AKP döneminde Kürt Politikası. Ankara: Praksis dergisi, Sayı: 26

- (2012). Türkiye Sağı, AKP ve Kürt Meselesi. İnci Özkan Kerestecioğlu, Güven Gürkan Öztan (Der.), Türk Sağı / Mitler, Fetişler, Düşman İmgeleri içinde. İstanbul: İletişim Yayınları

Soileau, Dilek Kızıldağ (2017). Koçgiri İsyanı / Sosyo-tarihsel Bir Analiz. İstanbul: İletişim Yayınları

Somer, Murat (2016). Milada Dönüş / Ulus-Devletten Devlet-Ulusa Türk ve Kürt Meselesinin Üç İkilemi. İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları (KÜY)

Ulugana, Sedat (2020). Asla Bitmeyecek Kürt Başkaldırısına Diz Çökecekler. https://www.ozgurpolitika.com/haberi-asla-bitmeyecek-kurt-baskaldirisina-diz-cokecekler-8676 Erişim Tarihi: 30 Aralık 2020

Üngör, Umut Ümit (2016). Modern Türkiye’nin İnşası / Doğu Anadolu’da Ulus, Devlet ve Şiddet (1913-1950). İstanbul: İletişim Yayınları

Yeğen, Mesut (2006). Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa. İstanbul: İletişim Yayınları

- (2011). Devlet Söyleminde Kürt Sorunu. İstanbul: İletişim Yayınları