Nazan Maksudyan: “Türkiye’de Irkçılık Hakkında Konuşmak Kurucu Şiddetle İçiçe Geçmiş Bir Tabu”
Röportaj / Fırat Aydınkaya & Zozan Goyî

maksudyan Nazan Maksudyan ile Söyleşi[1]

Fırat Aydınkaya & Zozan Goyî: Öncelikle kitabınızın umumi derdinden başlayalım isterseniz. “Türklüğü Ölçmek” isimli kitabınızda tam olarak neyi ölçmeye çalıştınız? Bir devlet projesi olarak “bilimkurgusal” yayın yapan ‘Türk Antropoloji Mecmuası’nda ırkçılığın izini sürdüğünüzde nasıl bir manzara ile karşılaştınız? Kemalizm neden Türk ırkı hakkında “bilimsel” doğrular icat etmek istedi?

Nazan Maksudyan: Nüfusu ayırmak ve sınıflandırmak için kullanılan “ırk”, “ulus”, “etnik köken” kavramları, insan gruplarını icat etmek için siyasi iktidar ve güdümündeki bilimin nasıl birlikte çalıştığını gözler önüne serer. Erken Cumhuriyet dönemi “antropoloji” çalışmaları üzerine yaptığım araştırmada, Türk milliyetçiliğinin vatandaşlık temelli ve ırkçı “çehreleri” arasındaki gerilimlere değinmiş ve bu bağlamda Türkleri bir ırk olarak tanımlamak için yürütülen eşzamanlı “bilimsel” projeleri incelemiştim.Sadece bir dergi çevresine odaklanan mikro çalışmam, Türk Antropoloji Mecmuası’nın on dört yıllık yayım hayatını (1925-1939), editör kadrosu, devlet desteği, yazarları ve yayımladığı makaleler bağlamında değerlendiriyordu.

Türk Antropoloji Mecmuası çevresi “Türk ırkının” zaten bir önkabul olarak ele alınan üstünlüğünü,ırksal kimliğin metodolojik belirleyicisi varsayılan antropometri metotlarına dayanarak kanıtlamayı hedefliyordu. Hem bir ulusa aidiyeti tanımlaması hem de ulusun tarihsel ve coğrafi kökenlerini belirlemesi beklenen antropolojik araştırmalar, yeni ulus-devlet için muazzam öneme haiz milliyetçi siyasi projenin parçasıydı. Bilimsel çıktının siyasi hedefe uygun olması için, “münasip değerler” verecek yöntemlerin seçilmesi ya da sonuçların “düzenlenmesi” yaygındı.Bu nedenle, devlet hizmetindeki ırkçı antropoloji, frenoloji ve antropometri araştırmaları “Türk ırkı”na dair ideolojik mitleri, bilimsel bir jargona tercüme ediyordu. Dolayısıyla devlet tekelinde yürütülen bilimsel araştırma, taraflı ve milliyetçi bir kurguyu, objektif ve evrensel gerçekmiş gibi paketliyordu. Bu yüzden kitabımda devlet hizmetindeki antropolojiyi “bilimkurgu yazarlığı” olarak yorumlamıştım.

Özellikle inceleme konusu yaptığınız alan itibariyle sıklıkla ırkçılıkla, milliyetçilik ya birbirine karıştırılır ya da birbirinin yerine kullanılır. Milliyetçilik ile ırkçılık arasındaki geçişkenliğin muğlaklılığından ötürü bazı durumlarda ezilen halklar dahi ırkçılıkla suçlanabiliyor. Balibar’ın “ırkçılık milliyetçiliğin bir dışa vurumu değil, milliyetçiliğe bir iç ektir” şeklindeki tespitinin içinden sormak isteriz. Siz ırkçılık ile milliyetçilik arasında ne tür kopuş veya süreklilik görüyorsunuz? Ezilen bir halkın milliyetçiliği, hassaten de ırkçılığı konusunda ne düşünürsünüz?

Antropometri temelli ırksal taksonomilerin altın çağında (kabaca 1860’lardan 1940’lara kadar olan dönemde), bu metodolojiler sadece tıp veya antropoloji uzmanlarınca değil, tarih ve sosyoloji gibi farklı akademik disiplinlerden araştırmacıların da ilgi alanına giriyordu.İşin ilginç tarafı, ırkçı bilimsel yaklaşımlar farklı disiplinlere muhtaçtı, zira ırk araştırmaları çok temel bir kısır döngüye dayanıyordu. Irk araştırması yapabilmek için bir “ırk” varsaymak, yani sınırları belli, endogam, dolayısıyla “izole” ve “evrimsel olarak tutarlı” bir insan grubu gerekiyordu. Fakat üzerinde araştırma yapılacak ideal “homojen” toplulukları belirlemek için gerekli “kanıtları” sağlayanlar genellikle dilbilimciler, etnograflar, tarihçiler, sosyologlar, vs. olmak durumundaydı. Dolayısıyla, “ırk araştırmalarının” ilk adımı milliyetçilik gibi kolektif kimlik mitlerine ve iddialara bel bağlıyordu.

Irkçı bilim-kurgular, milliyetçi ideolojinin içine zerk edilen “ırk” ve “etnisite” kavramlarını önemli ölçüde etkilerken, bu ideolojinin de bilim adamlarının araştırmalarına şekil verdiğini teslim etmek gerekir. Bilim ve siyaset arasındaki bu iki şeritli “bilgi alışverişinin” her iki taraf için de kârlı olduğu ve birbirini beslediği aşikardır. Türkiye’deki sistematik ırkçı bilimsel çalışmaların yeni ulus-devletin kurulmasından hemen sonraya denk gelmesi tesadüf değildir. Söz konusu dönemde siyasi aktörler, siyasi yönetim biçimi ve devlet sınırlarındaki ani değişiklikleri meşrulaştırmak için ırk mitinden fazlasıyla faydalanmıştır. İktidar kadroları, Ermeni soykırımı, Birinci Dünya Savaşı, Türk-Yunan Harbi ve neticesinde imzalanan uluslararası anlaşmalarla belirlenen keyfi sınırlar içindeki çoğunluğun “Türk milleti” olduğunu savunmuştur. Kitabımda da incelediğim gibi Türklerin “Anadolu’nun otokton ahalisi”olduğunu kanıtlamak “ırk bilimlerinin” birincil görevlerindendir.

Fizik antropoloji, Mecmua çevresi için ulusal nüfus içindeki sözde ırksal farklılıkları ölçmek ve teşhir için başvurulan önemli bir yöntemdi. Soykırım, katliam, ve zorunlu göçlere rağmen hâlâ türdeş olmayan bir nüfus içerisinde “farklı ırkların” en üstününün “Türk ırkı” olduğunu ileri sürmek, Lozan’da azınlık statüsü verilen gayrimüslimler ve adı hiç zikredilmemiş Kürtler, Aleviler, Çerkesler gibi dini ve etnik gruplar üzerinde “Türklerin” hâkimiyetini meşrulaştırmaya ve bu grupların herhangi bir özerklik talebini haklı gösterecek dayanağın bulunmadığını ispata yarıyordu. Tıbbi ve antropolojik ırk bilgisini üretenler, sadece milliyetçiliğin ırkçı çehresine entelektüel destek sağlamıyordu, aynı zamanda kelimenin tam anlamıyla “ulus-devlet bilimi” yapıyordu. “Türkiye Türklerindir” hayalinin bilimsel olarak meşrulaştırılmasıyla iştigal ediyorlardı. Nüfusun fiziksel, dilsel ve kültürel çeşitliliği ya yok edilmeli ya da yok sayılmalıve devletin iddia ettiği “milli birlik”, ırkçı bilim sayesinde de desteklenmeliydi.

Ezilen halklar da elbette milliyetçi, hatta ırkçı olabilirler. Fakat milliyetçi ve ırkçı şiddete maruz kalmış halkların tarih bilincinin ve insani duyarlılığının daha yüksek olacağını umarım.

Yine Balibar’ın“Klasik Irkçılık” konusuna şerh düştüğü bir alıntı ile devam edelim isterseniz. Ona bakılırsa “ırkçılık sadece, genetik ölçütle ya da toplumsal ölçütle tanımlanmış başka gruptan birini küçümseme ya da ondan korkma tutumu meselesi değildir. Irkçılık normal olarak böylesi küçümseme ve korkuyu içerir, ancak bunlardan daha fazla bir şeydir”. Türkiye tarihi ve dahi Osmanlının son yüzyılına sığdırılan Ermenilere soykırım ve Kürtlere kolonyal-katliam seferlerini de dahil ederek soralım, Irkçılık bu coğrafyada hangi kodlarda“daha fazla bir şeye” tekabül eder?

Kitabımın kapsamının dışında kalsa da ırk araştırmaları ve devlet şiddeti arasındaki son derece güçlü ilişkiyi inceleyen yeni araştırmaların önemini belirtmek isterim, özellikle de yerli halklara uygulanan sömürgeci şiddet söz konusu olduğunda. Elise K. Burton’ın geçen yıl yayımlanan kitabı, Genetic Cross roads: The Middle East and the Science of Human Heredity, Orta Doğu coğrafyası özelinde, “ırksal ve etnik farklılıkları” incelemek için geliştirilen yeni ölçüm teknolojilerinin, Milletler Cemiyeti’nin dayattığı homojen nüfuz rejimiyle ve onunla kol kola giden soykırım, “etnik temizlik, “nüfus transferi” gibi çeşitli nüfus mühendislikleriyle paralel gelişmesinin rastlantıolmadığını vurguluyor. Türkiye’deki ırk araştırmalarını Mısır, İran, İsrail, Yemen gibi diğer ulus-devlet örnekleriyle bir arada, dolayısıyla hem bölgesel hem de küresel tarihin bir parçası olarak değerlendiren Burton, özellikle şiddet ve “iç sömürgecilik” bağlamlarına yoğunlaşıyor.

“Türk ırkıyla iftihar” etmeyi sağlayan antropometrik devlet projesi sadece anti-emperyalizm eleştirisi ve tam bağımsızlık bağlamında kullanışlı değildi, aynı zamanda hegemonik bir milli kimliğin kurulmasının iç sömürgeci ayağını da destekliyor ve meşrulaştırıyordu. Tüm siyasi, askeri ve ekonomik kurumlar aracılığıyla yürütülen tahakküm siyaseti, Türklüğe dahil edilmeyen grupların sindirilmesi, yani sosyal görünürlüğünün ve kültürel dışavurum imkanlarının baltalanmasından öte, özünde devlet şiddetine dayanıyordu. Kürdistan’ın iç sömürgecilik tarihi bu konuda kapsamlı bir manzara sunuyor.

Sömürgecilik ile ırkçılık bahsinde iki kült kişiliğin iki veciz sözünü hatırlatarak bu meseleyi daha da sarih kılmak isteriz. Önce Disraeli’nin “ırk her şeydir, başka hakikat yoktur” ve ardından Rhodes’in“yayılma her şeydir” şeklindeki ifadelerini birlikte okuduğumuzda “sömürgeci ırkçılık” hakkında neler söylenebilir?

Irk, evrim, hıfz-ı sıhha (öjenik) terminolojisine dayanan “bilimsel söylemler”, milliyetçi düşüncenin şekillenmesinde, toplumsal ayrışmaların keskinleşmesinde, hukuk ve sağlık politikalarında açıkça iç sömürgeci projeye hizmet ediyordu. Tüm siyasi, askeri ve ekonomik kurumlar aracılığıyla yürütülen tahakküm siyaseti, Türklüğe dahil edilmeyen grupların sindirilmesi, yani sosyal görünürlüğünün ve kültürel dışavurum imkanlarının baltalanmasından öte, özünde devlet şiddetine dayanıyordu.

Irkçılık, yüksek eğitim kurumlarında kendine yer bulan ırk bilimleri; siyasi söylemleri ve politikaları belirleyen etnik milliyetçilik; ve Türk olmayanları hedefleyen ırkçı politikalar şeklinde tezahür ediyordu. Antropolojik ve tıbbi ırk bilimleri, Türklerin egemen özne konumunu tescilleyen bilgiyi üreterek, ulus-devlet sınırları içinde olmalarından rahatsızlık duyulan, dolayısıyla her daim aşağılanan, ayrımcılığa uğrayan,örneğin üç buçuk yıl zorunlu askerlik yaptırılan, mallarına el konulan, dükkanları yağmalanan, ülkeyi terk etmekten başka yol bulamayan, köyleri bombalanan, anadilleri yasaklanan etnik, dilsel ve dini cemaatler üzerinde de tahakküm kurulmasını meşru kılıyordu.

Fransız Komünist Partisi Cezayir halkı için “biçimlenmekte olan ulus” tabirini kullanmıştı. Kitabınızda da geçtiği üzere Kemalist elit Yahudiler için “gayrı mütecanis ırk”, Ermeniler için “hakiki ırk”, Kürtler için ise bir çeşit “tanımlanamayan gayrı medeni halk” söylemine yakın bir üslup tutturmaktaydı. Kemalist bürokrasinin tepe isimlerinden Avni Doğan’ın, 1943 yılında “cumhuriyetin Doğu’ya yerleşmesi, medeni milletlerin Afrika’ya yerleşmesi gibidir” tespitini de işin içine kattığımızda söz konusu ırkçılık size göre fragmanter, dönemsel veya istisnai miydi, yoksa günümüze uzanan boyutuyla süreklilik arzeden, kesintisiz kolonyal bir arzuyu mu temsil eder?

Hem kitabıma hem şahsıma yöneltilen sayısız saldırı neticesinde resmi tarihin ve Kemalist ideolojinin çağdaş tarihyazımı üzerinde büyük ölçüde belirleyici olduğunu anlamış oldum. Türkiye’de ırkçılık hakkında konuşmak kurucu şiddetle iç içe geçmiş bir tabuydu.Kitabımın yayımlanmasının ardından davet edildiğim toplantılarda huzursuz olan zevatın yükselttiği ilk serzeniş hep bu bağlantıya işaret ediyordu. “Ne demek istediğinizi biliyoruz Nazan Hanım.İlk ırkçılar Türklerdi demek istiyorsunuz, neticede ilk soykırımı da Türkler yaptı, diyebilmek için.” Aslında kitabımda ne “ilk ırkçılar” iddiası, ne Almanya karşılaştırması, ne de etnik şiddet ve soykırım tartışması vardı.Sonraki yıllarda, özellikle Ermeni soykırımının yüzüncü yılı dolayısıyla artan yayınlar ve yapılan tartışmalar neticesinde, soykırım ve ırkçılık arasındaki aynı kurgunun bu sefer tersinden yapıldığına şahit oldum. Ermenilerin sistematik ve planlı bir devlet iradesiyle öldürüldüğünü kabul eden, devlet ezberlerinin ilerisindeymiş gibi yapan tarihçiler, Ermeni soykırımını ırkçılıktan soyutlamak içinçaba harcıyordu.

Irkçılık tabusunu anlamak için Türkiye tarihinde ırkçı ideolojiyi en gönülden benimseyenlerin dahi kendilerine Türkçü, Turancı, Atsızcı demeyi tercih ettiğini ve ırkçı sıfatından kaçındığını hatırlamak gerekir.

Ben ülkenin en sarsılmaz temellerinin yüz yıldır etnik şiddet, ırkçılık ve inkâr olduğunu düşünüyorum. Fakat bu durum, kendilerini eleştirel addeden aydınlar tarafından dahi inkâr edildiği müddetçe Türk milliyetçiliğinin daha çok kafatası ölçeceği ortadadır.

Kitabınızda 1925-1939 yılları arasında çıkan Türk Antropoloji Mecmuasını ele alıyorsunuz. Bu tarihsel kesit Kürtlerin tarihinde sırasıyla Şeyh Said İsyanı, Takriri Sükun Kanunu, Şark Islahat Planı, Kürtçenin inkarı, Ağrı ve Zilan Katliamı ve Dersim soykırımına tekabül ediyor. Kemalizmin ırkçılığa,sahada kolonyal şiddet, neşriyatta ise sembolik şiddet eliyle bu denli yüksek seviyede abandığı ortadayken, bunu basitçe “liberalizmin düşüşü”ne bağlamak ya da bunu “otoriterizm parantezi” olarak değerlendirmek sizce resmi tam olarak veriyor mu?

Tipik “dönemin koşulları” bahanesi evrim, hıfz-ı sıhha, Sosyal Darwinizm ve benzeri ırkçı çerçevelerin söz konusu dönemde Avrupa’da da popüler olduğunun ve bilimsel bulunduğunun altını çizer.Fakat Türkiye’deki ırkçılığı matah kılmak için kullanılan esas büyük zırh, aşılmaz bir Almanya şahikasıdır. Bir konferansım sırasında itiraz eden bir erken Cumhuriyet tarihçisi,“Türkiye’de ırkçılıktan bahsedebilmek için MeinKampf gibi bir kitap yazılmış, ‘temerküz’ kamplarında milyonlar katledilmiş, ırkı yüceltmek için yürütülen Lebensborn gibi programların hayata geçirilmiş olması icap ederdi,” demişti. “Türkiye’nin ırkçılık çıtasını aştığını iddia edersek kavramı haddinden geniş kullanırız, o zaman o dönem koşullarında Fransa’ya, İngiltere’ye, ABD’ye de ırkçı dememiz gerekir,” diye eklemişti. “Elbette dememiz gerekir, siz ABD ırkçı değildi mi demek istiyorsunuz?” diye sormuştum. Muhtemelen bambaşka bir tarih, ahlak ve gerçeklik yanılsaması içinde yaşayan, kendinden ziyadesiyle memnun, erkek meslektaşım gülmüş, “olur mu canım, Amerika’da Fransa’da olanla Holokost kıyas kabul eder mi?” demişti. Tabii ki etmez. Öte yandan, su-i misal de emsal teşkil etmez, Nazi Almanya’sı, Türkiye tarihini ırkçılıktan sıyırmanın kanıtı olarak sunulamaz.

Mecmuanın modere ettiği sizin tabirinizle “bilim-kurgusal ortamın”, bir noktadan sonra Ziya Gökalp’in Türkçülük için koyduğu çıtayı dahi beğenmediklerini görüyoruz. Gökalp’in Türklük tanımını “doğru ama bilimsel olarak eksik” bulan bu çevrenin ırkçılığını işin içine kattığımızda Gökalp Türkçülüğünü dahi yetersiz bulan Kemalizm Türkçülüğünü nasıl değerlendirirsiniz? Diğer bir ifadeyle Gökalp Türkçülüğüne kıyasla Kemalist Türkçülüğün mahiyet farkı tam olarak nasıl bir şeydi?

Kitabımda buna çok kısa ve sadece bir konferans bağlamında değiniyorum. O çerçeveyi tekrar özetlemem gerekirse: 1935-45 arasında düzenlenen CHP Konferanslarında ırkçı açılımların çokça dile getirilmekteydi. Türk Dil Kurumu'nun önemli uzmanlarından Agop Dilaçar, ”Alpin Irk, Türk Etnisi ve Hatay Halkı” adlı konferansında (1940), Hatay'ın ırksal ve kültürel tarihini inceleyerek, bu halkın antropolojik ve etnografik özelliklerini teşhis etmeye çalışmıştır. Dilaçar'a göre, insanların dilleri ve dinleri değişebilir, ama ırksal vasıfları asla değişmez. Dilaçar, Ziya Gökalp'ın "Türklük" tanımının doğru, ama bilimsel olarak eksik olduğunu belirtir, zira Gökalp kendine Türk diyen herkesin Türk olduğu görüşünü savunmaktadır.

“Kemalizm Türkçülüğü, Ziya Gökalp Türkçülüğünü reddetmez, tamamlar. Ziya Gökalp için, menşe birliği mevzubahis değildir; yabancı kaynaktan gelen fakat Türk kültürüne temessül eden ve onunla kaynaşan her şey Türk’tü. Kemalizm Türkçülüğüne göre ise, ‘her Türk asıllı olan Türk’tür.”

Son sorumuzu kitabınıza yöneltilen sol-liberal eleştirileri de işin içine katarak sormak isteriz. İslamcı iktidarın ülkeyi sürüklediği sosyal ve ekonomik krizin, bazı kesimlerin gözünde Kemalizmi sempatik kıldığı görülüyor. Hatta bir zamanlar Kemalizme muhalif olmuş olmaktan ötürü oluşan total bir tür suçluluk duygusunu da bu minvalde sayabiliriz. Geldiğimiz noktada İslamcı siyasetlerin çöküşünün,Kemalizme yeniden ivme kazandırdığı ortada. Bu bağlamda sol-liberal çevrelerde tartışılan post-Kemalizm tartışmaları hakkında ne düşünürsünüz? Kitabınızın yetkinlikle ortaya koyduğu üzere Kemalizmin ürettiği ve hala canlı bir şekilde cari olan yığınla ırkçılık pratikleri ortadayken Kemalizmin bu yeniden keşfi hakkında ne söylemek istersiniz?

Anlamakta zorlanıyorum.

2000’lerin başında Türk milliyetçiliğinin etnik kimlik ve ırkçı kavramlarla raksı, Cumhuriyet dönemi tarihyazımının ilgi alanına yavaş yavaş girmeye başlamıştı. Kitapta atıfta bulunduğum, Taha Parla ve Ahmet Yıldız’ın çalışmaları bu ilişkinin altını çizen önemli örneklerdi. Öte yandan, geçen yıl Cogito’da çıkan yazımda daha detaylı tartıştığım gibi, Türkiye tarihindeki ırkçılığı inkâra dayanan çok güçlü bir bahane bulma refleksi özetliyor. Cumhuriyet’in ırkçı ve ayrımcı siyasetlerine ve söylemlerine kılıf bulmak ve rejimin ırkçılığını ortaya koyan bir argümanı derhal sindirmek için ciddi bir repertuar var. Barış Ünlü’nün Charles W. Mills’in “ayrıcalıklı bir ırk kategorisi olarak beyazlık” teorisine atıfla altını çizdiği gibi, ırksal olarak yapılandırılmış bir toplumda, ırksal olarak ayrıcalıklı olanların, ayrıcalıklı olduklarını ve ırkın merkeziyetini inkâr etmeleri yaygındır.

Örneğin, Türk milliyetçiliği çalışmalarının asimilasyon ve entegrasyon vurgusu (bkz. ‘Türkleştirme’ politikaları) ırkçılığı inkâr için sıkça kullanılır. Fiziksel, dilsel ve kültürel çeşitliliğin, inkâr, yerinden etme, dini/kültürel ihtida gibi yöntemlerle yok edilmesi, milliyetçilik literatüründe “asimilasyon” kavramıyla hüsn-ü tabir edilir ve millete entegrasyon imkânı sunan ulus-devletlerin ırkçı olmadığı iddia edilir. Asimilasyonu hedefleyen “toplumsal mühendislik” uygulamaları tek parti rejiminin ırkçı olmadığının güya kanıtıdır. “Etnik milliyetçilik” kavramını kullanmakta beis görmeyen çok sayıda araştırmacı, asimilasyon ya da “Türkleştirme” örneklerinin arkasına sığınarak Türk milliyetçiliğini de “ırkçı” olmadığı varsayımıyla taçlandırır. Kemalizmin Türk ırkına yaptığı vurgunun “kapsayıcı bir ırkçılık” olduğu dahi iddia edilmiştir.

Kitabım çıkmadan hemen önce kısa bir makale yazıp Türkiye’nin en iyi bilinen sosyal bilimler dergilerinden birine yollamıştım. Akademik kalitesine inandığım dergiden, akıllara zarar iki hakem raporu gelmişti. Raporlardan biri özellikle Rumlar ve Ermenileri hedef alan ırkçılığın aslında gayrimüslimlerin önceki on yıldaki “ihaneti” ve “beşinci kol” faaliyetleri yüzünden kendilerinin sebep olduğu bir doğal netice olduğunu iddia ediyordu. Devletin resmi ideolojisinin bir yansımasından başka bir şey olmayan bu son derece taraflı iddianın, Kemalist Cumhuriyet tarihçiliğine içkin olduğu söylenebilir. Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin, Yahudilerin yakın geçmişteki (ve süregiden) hayatta kalma mücadelesine dair, 1925’ten itibaren Kürtlerin sistematik olarak kuşatılmışlığına ve sömürgeleştirilmesine dair tek bir kelime yoktur bu tarih kurgusunda – varsa yoksa zavallı, “hayatta kalma korkusu” içinde, “kuşatma” altındaki Türk milliyetçisi kadrolar. On beş yıl önce reddedilen makalemin hakemine yazdığım cevapta, ırkçılığın şüphesiz bazı sebepleri (hınç, intikam, aşağılık kompleksi, vs.) ya da faydacı beklentileri (haksız kazanç, mala çökme, sindirme, yerinden etme) olabileceğini fakat rasyonel sebep/çıkar bulmanın ırkçılığı ortadan kaldırmayacağını belirtmiştim.

Kanımca Cumhuriyet dönemi tarihyazımının (ve “beyaz aydınların”) önündeki esas engel geçmişin aslında geçmemiş olmasıdır. Yukarıda da söylediğim gibi ülkenin en sarsılmaz temelleri yüz yıldır etnik şiddet, ırkçılık ve inkâr olmaya devam ediyor.


[1]Söyleşi Fırat Aydınkaya & Zozan Goyî

Nazan maksudyan:

Nazan Maksudyan, geç dönem Osmanlı İmparatorluğu ve modern Türkiye tarihi tarihçisidir. 2016’dan beri Berlin’de bulunan Maksudyan, FreieUniversität Berlin'de Einstein Konuk Profesörü ve Center MarcBloch'ta araştırmacı olarak çalışmaktadır. Uzmanlık alanı geç Osmanlı İmparatorluğu'nun (18. - 20. yüzyıllar) sosyal ve kültürel tarihidir. Çocuk ve gençlik çalışmaları, cinsiyet çalışmaları, küresel tarih, entelektüel tarih ve bilim tarihi konularında ek akademik eğitim ve araştırma deneyimine sahiptir.  Yayınları arasında Türklüğü Ölçmek (Metis, 2005), "Walls of Silence: Translating the Armenian Genocide in to Turkish and Self-Censorship”, Critique (2009), Orphans and Destitute Children in the Late Ottoman Empire (Syracuse University Press, 2014), der. Women and the City, Women in the City (New York: Berghahn, 2014); "Control over Life, Control over Body: Female Suicide in Early Republican Turkey”, Women’s History Review (2015); Ottoman Children and Youth During World War I (Syracuse University Press, 2019), "The Orphan Nation: Gendered Humanitarianism for Armenian Survivor Children in Istanbul, 1919–1922” (2020) yer almaktadır. Kendisine bu söyleşi için vakit ayırdığı için çok teşekkür ederiz.