Dersim'de Dört Tarz Siyaset
Makale / Hüsnü Gürbey

dersim-harita Doğanın diyalektik yasalara tabi olduğu bilinen bir gerçektir. Diyalektik yasaları ise, hareketi ve değişimi içerir, bu yasaya göre tek değişmeyen yine değişimdir. Dersim halkı da bu yasanın dışında değildir, sürekli hareketli ve değişim halindedir. Bu değişime paralel olarak Dersim’de çok farklı siyasi düşünceler gelişmekte, tartışılmaktadır. Ve belki bir gün bu farklı siyasi düşüncelerden Dersim’e has bir senteze de ulaşılabilir, ama bugün bundan çok uzaktayız.

Türkiye tarihinde belki de ilk kez 1961 Anayasası’nın sağladığı kısmi liberallikten yararlanan kimi siyasi düşünceler, daha özgürlükçü bir ortama kavuştu; bundan yararlanan Kemalist sol ile sol-sosyalist akımlar, örgütleme olanaklarına kavuştular, çıkardıkları dergi ve kitaplarla fikirlerini daha geniş kitlelere ulaştırmaya ve kitle tabanı arayışına girdiler.

Ülke düzeyinde bu gelişmeler yaşanırken, 1937-1938 vahşetini hâlâ iliklerinde hisseden Dersim’in okuyan gençleri de bundan etkileniyordu. Bu etkilenme, süreç içerisinde Dersim’de dört farklı siyasi düşünce tarzının gelişmesine neden oldu. Bunlar sırayla şunlardır:

1-Sol Kemalistler;

2-Ulusalcı Özgürlük Hareket;

3-Dersimliler Kürt değildir, Zaza/Kırmançki bir halktır;

4- Dersimliler (Zazalar) proto Ermenilerdir;

Bu dört akım sırayla incelenecek; ardından, Seyid Rıza adına Milletler Cemiyetine gönderilen mektubun analizi yapılacak ve Seyid Rıza’nın ulusalcı (milli/Kurdi) bir bilince sahip olup olmadığına bakılacaktır.

1-Sol Kemalistler

Uzun yıllar Dersim’e hâkim olmuş bir siyasal akımdır; amaçları, Kemalizm ile Sosyalizmi sentezleyerek sosyal demokrat bir taban yaratmaktır. Fikir babalığını Doğan Avcıoğlu’nun üstlendiği Yön dergisi ile Mihri Belli’nin üstlendiği Milli Demokratik Devrim (MDD) hareketidir. İki hareketin görüşleri makalenin kapsamına girmediğinden, biz yalnızca bu görüşlerin Dersim’deki yansımalarını incelemekle yetineceğiz.

İki görüşün de temel amacı, eskiden yaşananları unutturmak, Dersim’de devletle barışık bir kitle tabanı yaratmaktır. Bu düşünceye göre yaşanan hadiselerde —1937-38 katliamlarında- Dersim halkının bir suçu yoktur. Suç, Dersim’i katı kurallarla kontrol eden feodal toplumsal yapıdan kaynaklanmıştır. Bu toplumsal yapı, Cumhuriyetin aydınlık, ilerici yüzünü, modernist anlayışını kavramadığı için, Cumhuriyetle çelişkiye düşmüş, tasfiye edilmesi gerekmiş ve tasfiye edilmiştir. Gerici feodal yapının tasfiye edilmesi iyi de olmuştur, bu sayede Dersim bugün modern ve aydınlık bir yüze kavuşmuştur. CHP Milletvekili Gülsüm Bilgehan Toker bir röportajında, "… Mesela sürgünlerden söz ediliyor. O sürgünlerde çok iyi yetişmiş genç kızlar var. Belki o bölgede, Orta çağ şartlarında kalsalardı o aileleri kuramayacaklardı" demiştir. (T24, 25 Kasım 2011) İstenmeyen can kayıpları olmuşsa da bu kayıplar, modernleşmenin, aydınlanmanın bir bedeli olsa gerektir. (Öymen, 2009)

Ayrıca katliamdan M. Kemal Atatürk suçlanamaz, çünkü hastadır, katliam emrini veren Celal Bayar’dır. Böylece Kemalizm’e sadık, Türkleşmeye açık olmak, Dersimlilerin yararınadır. Dersimliler geçmişe takılacaklarına Cumhuriyetin nimetlerinden yararlanmalı, iyi eğitim görmeli, bürokraside yükselmeli, ticaret ve sanayi alanlarına girmeli, yatırımlar yaparak toplumsal refaha kavuşmalıdırlar. Yine bu düşünceye göre Kemalist devrimlerin aydınlanmacı, seküler niteliğiyle, Alevilerin aydınlanmacı felsefesi örtüştüğünden, bu konuda iki kesimin uyuşmasında bir sorun yoktur. Dolayısıyla Dersimlilerin etnik (dilsel) ve dinsel (Kızılbaş/Alevi) sorunları yoktur, yoksulluk sorunları vardır. Dersimliler, Türkleştikleri oranda, yoksulluk sorunlarını da aşacaklardır.

Bu anlamda sol Kemalizm’i savunanlar, 1937-1938 Dersim olaylarını bir “soykırım” ve “tehcir” olayı değil, uygarlaşmanın bir yol kazası olarak değerlendirmektedir. Dersimlilerin geçmişe takılıp kalacaklarına, Cumhuriyetin nimetlerinden yararlanarak, geleceğe odaklanması önerilmektedir. CHP’de örgütlenen bu anlayış, son yıllarda Kemalist “ideolojinin” aşınması ve siyasi İslam’ın güç kazanması, bu alanda siyasal faaliyet yürüten Dersimlileri yeni arayışlara ve ittifaklara yönlendirmektedir.

2-Ulusalcı Özgürlük Hareketi;

Ulusalcı özgürlükçü akımlar, Dersim’deki en güçlü siyasi akımların başında gelmektedir. Kemalist devrimlerin aydınlanmacı yönü ile Alevi/Kızılbaş inancının aydınlanmacı yönünün örtüşmesi iki kesimi yakınlaştıran önemli bir faktör olsa da, Atatürk’ün Dersim’e kaşı takındığı sert, taviz vermez tavrını unutmuş değiller. Dersim olayı, Kızılbaş Kürtler arasında unutulmayan ve tarih boyunca hep hatırlanacak çağdaş bir Kerbela olayı olarak kalacaktır. Nasıl ki Kerbela’da mazlum Hüseyin’e uygulanan vahşet unutulmuyorsa, mazlum Dersim halkına uygulanan Kemalist vahşet de unutulmayacaktır.  Dersim halkına bu vahşet neden uygulandı?

Sorunun cevabı, ulusalcı özgürlükçü akımların çıkış noktasıdır ve başlangıcı 1937-38 olaylarına dayanır. Kemalist solun iddiasına göre, Kemalistler, “bölgeye farklı etnik bir unsurun varlığı gözüyle bakmıyorlardı, gericiliğe dayalı sosyal bir sorun” olarak bakıyorlardı. Buna göre bölge, ekonomik olarak geri kaldığı için bölge halkı, feodal unsurların etkisindedir. Feodal unsurların bu etkisini kırmak için bölgeye yatırımları hızlandırılmalı, gerekli kalifiye elemanları yetiştirmek için okullaşmaya önem verilmelidir. Buna rağmen bölgenin sorunlarını çözmede engel çıkartılmaya devam ediliyorsa, güvenlik ve asayiş tedbirlerini almaktan da geri durulmamalıdır. Oysa sorun, Kemalistlerin iddia ettiği gibi “bölgesel azgelişmişlik sorunu” değildi; tam tersine, ulusal bir sorundu; onun da ötesinde bir “sömürge” sorunudur (Beşikçi,1990).  Büyük Erkânı Harbiye Reisinin Mütalaası (görüşü) ise, “sömürge” olayını şöyle tarif etmektedir: “Dersim evvelâ Koloni (sömürge) gibi nazarı itibara alınmalı, Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır ( J. U. Kumandanlığı Raporu, 1932;242).

20. yüzyılın başlarında çoğulcu bir yapıya sahip Anadolu’da tek etnisiteye dayalı yeni bir ulus inşa etmek girişimi, çok acılı ve kanlı oldu. Yaratılmak istenen yeni ulus-devlet, üç saç ayağı üzerinde yapılandırılmaya çalışılmıştır.

1-Anadolu’daki Hıristiyan unsurlar (Rumlar, Ermeniler, Asuriler vb.) bu yeni oluşumun içinde yer almayacaklardır. Onlar—şöyle, ama böyle- ülke sınırlarının dışına çıkarılacaklardır. Ancak, kontrol edilebilir bir oranının ülke içinde yaşamasına izin verilecektir ki, onlar da yeri geldiğinde Batılılara karşı rehine olarak kullanılması içindir ( Kaliber, 2019; 33-34).

2-Etnik kökeni, dili ne olursa olsun, Anadolu’daki tüm İslami unsurlar, Sünni/Hanefi mezhebi içinde eritilerek Türkleştirilecektir.

3-Müslüman kabul edilen, ancak asimilasyona yani Türkleşmeye- dilsel olarak Kürtler, dinsel olarak Kızılbaşlar/Aleviler—direnenler ağır baskı altına alınacaktır. Onların, dilleri, inançları, kültürleri, kültürel varlıkları, tarihleriyle birlikte tahrip edilecek, itibarsızlaştırılacak ve böylece dirençleri kırılarak, süreç içerisinde asimile olmaları kolaylaşacaktır.  Baskın Oran bu üçüncü şıka “Karma Yöntem” adını vermekte ve şunları yazmaktadır: “Asimilasyon yapılmazsa/tutmazsa devreye etno-dinsel temizlik girer. Türk ulus-devleti Dersim’i asimile etme umudunu yitirince, 1937-1938’de katliam ve sonrasında da tehcir uygulamıştır.” (Oran, 2019; 25-26).

Dersim, hem Kızılbaş olarak devletin resmi diniyle—Sünni/Hanefi mezhebine dayalı İslam’la- uyuşmamaktadır, hem de diliyle Türkleşmeye direnmektedir. Dersim önderliğinin, her bakımdan kendisini yok edilmesi gereken bir çıbanbaşı olarak gören Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı direnmekten başka bir şansı yoktur, direndiler, hem de devletin üstün gücüne rağmen. İsyanın liderliği hem uluslararası güçlerden destek alma arayışına girdi hem de Dersimliler kendilerini açık bir biçimde Kızılbaş olarak tanımlıyor olsalar da yaptıklarının bir “Kürt” isyanı olduğunu belirterek isyana desteği genişletmeye çalıştılar. Bu daha sonra Kürt milliyetçilere Dersim ayaklanmasının kendilerine ait olduğunu öne sürme fırsatını verdi. (White,2012; 137)

Günümüzde bazı Dersimli aydınların, Kırmanciye’nin Kürtçenin bir lehçesi olmadığını, ayrı bir dil olduğunu -oysa Kırmancki farklı bir dil değil, ileride üzerinde duracağımız gibi, gramer ve kelime yapısıyla Kürtçenin (Kurmanciye’nin) bir lehçesidir- inançların da farklı olmasıyla, Dersimlilerin Kürt olmadıklarını, ayrı bir ulus olduklarını ileri sürmelerine karşın, devlet, Dersimlileri Kızılbaş/Kürt olarak değerlendirmiş ve bunu resmi gizli yazışmalarında açıkça belirtmiştir. Ermeni tehciri ile birlikte boşalan Erzincan ve köylerine yerleşmeye çalışan Dersimli/Kürtlerden, devlet oldukça rahatsız olmuş, bunun önlenmesi için gerekli acil tedbirlerin alınmasının gerekliliği üzerinde durulmuştur. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü 1935 yılında çıktığı Doğu gezisinde hazırladığı ve Cumhurbaşkanı Atatürk’e sunduğu raporunda: “Dersim Kürtlerine karşı vaktiyle set olan Türk köyleri dağılıp zayıflamış ve Ermeniler kâmilen (tamamen) kalkarak Dersimlilerin istilasına karşı meydan tamamen boş kalmıştır. Erzincan yanındaki boş köyler, Dersim’in semiz halkı ile süratle dolmaktadır. Erzincan beyleri arazileri de işlemek için Dersimlileri maraba adı ile kullanmaktadır. Bu, beylerin bir nevi Dersimli himayesine sığınmasıdır. Bu köyler ve marabalar Dersim çapulcu kollarının içeri yayılması için menzil ve yatak rolü yapmaktadırlar. Az zamanda Erzincan’ın Kürt merkezi olmasıyla asıl korkunç ihtimalden, Kürdistan’ın meydana gelmesinden ciddi olarak kaygılanmak yerindedir.” (Öztürk, 2012;51)

İsmet Paşa raporunda Dersim’in Kürt olduğunu ve bunların yayılmasında korkulması gerektiğini belirterek “Ermeniler tamamen ortadan kalkınca… Dersimlilerin yayılması ile Erzincan’ın Kürt merkezi olması büyük tehlike arz etmektedir çünkü Kürdistan’ın meydana gelmesi ile neticelenebilir” diyecek kadar Dersimli Kürtlerden korkulması gerektiğini ileri sürer.

Kürdistan’daki direniş eylemlerini bastıran devlet güçleri, Kürtler arasındaki dinsel ve lehçe farkı ayrımını yapmadan, Kürtleri bir bütün görmüş ve aynı şiddeti uygulayarak yerleşim yerlerini yıkarak, yakarak yerle yeksan etmiş, insanları, kadın-erkek, yaşlı-çocuk olmasına bakmaksızın, süngülerle delik deşik etmiştir. İşte iki örnek Ağrı/Zilan ile Dersim, coğrafyalar farklı, şiddet aynı:

 “Anne karnına süngü: Zilan katliamının komutası Albay Derviş’teydi. Sağ kurtulan Kürt çocuklarının öldürülmesini özellikle istiyordu. Keza Kürt çocuklarının büyüyüp öç alacaklarını devamlı söylüyordu. Hamile Kürt kadınlarının çocuklarının cinsiyetlerini merak edip duruyordu. Hamile kadınların karınlarını deşebilecek askerlere 40 gün istirahat izni vermeyi vaat ediyordu. Erciş’in Ziyareta Baso köyünden Hüseyin Yıldız, katliam döneminde 7. Kolordu’nun bünyesinde Diyarbakır’da asker olduğunu söylüyordu. 7. Kolordu, başkaldırıyı bastırmakla görevli 9. Kolordu’ya takviye birlikler gönderir. Bu birliklerin içinde Hüseyin Yıldız da vardır. Hüseyin Yıldız yerli er olduğu için Derviş Bey alayına verilir. Çakırbeg (Çakırbey) köyünde şahit olduğu insanlık dışı bir öldürme olayını hayatı boyunca unutmadı: “Derviş Bey: ‘içinizde bu kadının karnını deşip ‘piç’ini çıkaracak gönüllü biri çıksın!’ diye bağırdı. Birkaç kez seslendi, askerlerden bir ses çıkmadı. Bunun üzerine, bu işi gerçekleştirecek kişiye kırk gün mükâfat izni var dedi. Bir asker gönüllü olarak çıktı, iki kolundan kıskıvrak tutulmuş zavallı kadının karnını süngüyle yardı. Kadıncağız hemen öldü. Çocuk yaşıyordu. Derviş Bey: ‘Bakın bakalım ‘piç’, erkek mi kız mı?’ diye sordu. Asker: ‘Erkek!’ diye cevapladı. Derviş Bey: ‘O piçin erkek olduğunu tahmin etmiştim’ dedi. Asker çocuğu da süngüleyip öldürdü.  (Sedat Ulugana, Zilan Katliamı’: Kürt Jenosidinin Doksan Birinci Yılı)

Musa Anter askerken, bir teğmenin Dersim katliamı hakkındaki anılarını şöyle aktarır: "bir gün, kampta, ağaçların altında dinleniyorduk ki kumandanımız teğmen Secaettin bize büyük bir zevkle Dersim anılarını anlatmaya başladı. Ben onlardan sadece ikisini aktaracağım size: ‘Dersim’de Kürtlere temizlik operasyonuna başladık. Bir mağarada saklanan bir aile buldum, bir anne, baba, dede ve beşle altı yaş civarı oğulları. Anneyi, babayı ve dedeyi süngüyle öldürdük, çünkü Dersimli büyüklerin bize hiç bilgi vermeyeceklerini biliyorduk. Belki bilgi alırız diye çocuğu öldürmedik, çocuğu alıp uzağa götürmüştük, ailesine olanları görmesin diye. Ona samimiyet göstermeye başladık, yiyecek ve şekerleme verdik ama reddetti; sonunda tepemizden bir savaş uçağı geçerken oğlan bir sopa kaptı ve uçağa ateş açıyormuş gibi yaptı. Bu beni o kadar sinirlendirdi ki askerlere ‘temizleyin bu piçi!’ diye bağırdım. Oğlanı süngülediler ve vücudunu da kayalardan aşağı attılar.

Teğmen’in bize anlattığı ikinci hikâye de şu: Geniş bir arazide operasyona çıkmıştık. Mağaralardan ve kaya ve deliklerin arkalarından binlerce Kürt topladık. Komutanımız bize, mermi harcamamamızı söylediği için hepsini Munzur çayı köprüsüne doğru sürdük. Su orada çok derindir ve hızlı akar. Kürtlerden bazıları hemen akarsuya atladılar, ama diğerleri reddediyorlardı; onları sürükleyip suya atmak zorunda kaldık. Aniden fark ettik ki birçoğu canlarını kurtarmak için bir insan zinciri oluşturmaya çalışıyordu; bu demekti ki köprünün deliklerinden geçemeyeceklerdi. Askerlere ağaçtan sırık kesmelerini ve birbirlerini bırakana kadar Kürtlere vurmalarını emrettim. Sonra hepsini dibe bastırıp boğduk. Nehrin iki yanına ve köprüye askerler yerleştirmiştim, yüzüp de kurtulmaya çalışan Kürt olursa vurup öldürsünler diye aynı komutan, subayların Dersim’de on iki-on üç yaşlarındaki bir kızın ırzına geçip öldürdüklerini de hiç utanmadan, hiç sıkılmadan anlatmıştı bize" (Anter,1990; 46-47 ).

Kürt ulusalcı özgürlük hareketi, Kürdistan’ı Osmanlı İmparatorluğu’nun bir bakiyesi olarak, ülkesi paylaşılan, her parçası işgal altında olan uluslararası bir sömürge olarak görür. Türkiye’nin payına düşen Kuzey Kürdistan’ı, Türkiye, feodal/gerici unsurlarla işbirliği yaparak ve şiddetli bir askeri baskı uygulayarak sömürmektedir. O halde verilecek ulusal mücadele, bir bütündür ve Kürdistan’ın her parçasında aynı şiddetle verilmelidir. Mücadele sadece işgalci ülkelere karşı değil, sömürgeci güçlerle işbirliği içinde olan gerici feodal unsurlara karşı da verilmelidir. Bundan dolayı bu düşünceye göre siyasal mücadele kadar, silahlı mücadele de meşrudur, verilmelidir. Bu tezi Kürdistan’da ilk dile getiren ulusalcı lider Dr. Şıvan lakabıyla anılan Sait Kırmızı Toprak’tır. Dr. Şıvan’ın bir komplo sonucu 1971 yılında Molla Mustafa Barzani tarafından tasfiye edilmesi, ulusal kurtuluş mücadelesini bir süre durdurmuşsa da, bu düşünce, 1972 yılının yaz aylarından itibaren Apocu olarak anılan öğrenci genç bir grup tarafından yeniden canlandırılır. Apocu hareket, Dr. Şıvan’a yeterince sahiplenmese de, Seyit Rıza’yı Kürt ulusal kurtuluş davası uğruna mücadele veren, idam edilen, idam karşısındaki onurlu tavrı, dik duruşu, onu ulusal bir kahraman ilan ederek sahiplenmiştir.

Apocu hareket, 27 Kasım 1978 yılında Lice’nin Fis köyünde yapılan toplantıda Kürdistan İşçi Partisi (Partiya Karkerên Kurdistan/PKK) adını alarak, örgütlü bir güce dönüştü. Partinin yayınladığı ilk bildiri; “Kürdistan Devrimi’nin Yolu” başlıklı bir broşürdür. Bu broşürde, partinin ana hedeflerini şöyle açıklamaktadır: “Türkiye’nin uyguladığı sömürgecilik fiziksel şiddete dayandığı gibi, ‘kişiliksizleştirme kurumları’ (eğitim kurumları) aracılığıyla kültürel ve ‘beyinsel sömürgecilik’ olarak da işliyordu. Türkiye’nin sömürgeci olduğunu inkâr eden sosyalistler ise Kemalizm’in zehirlediği ‘sosyal şovenler’di. Kürdistan Devrimi’nin nihai hedefi, sömürgeci-gerici şiddete devrimci şiddetle karşılık vermek, ‘bağımsız, Birleşik ve Demokratik Kürdistan’ı kurmaktı ve bu ancak uzun süreli bir halk savaşıyla mümkün olabilirdi.” (Ünlü, 2018;294).

Partinin seslendiği temel kitle ise, toplumda en çok ezilen, horlanan kesim olan yoksul Kürt köylüsü ve yoksul halk katmanlarıydı. Parti, bunlardan gerilla gücünü oluşturmayı seçmişti. Parti gelmekte olan askeri darbenin ayak seslerini önceden tahmin ettiği için Ortadoğu sahasına çıkarak tasfiye olmaktan kurtuldu. 15 Ağustos 1984 atılımıyla, Kuzey Kürdistan’da silahlı direniş eylemini resmen başlatma kararı almıştı.

1999 yılının Şubat ayında PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’nın başkenti Nairobi’de yakalanıp Türkiye’ye getirilmesi ulusal hareketin daha önce saptadığı hedeflerden bir bir sapmasına neden oldu. Her Kürdün ütopyasında derin bir yer edinen “Bağımsız, Bileşik, Demokratik Kürdistan” idealinden vazgeçtiğini duyurdu. Onun yerine “Demokratik Cumhuriyet”, “Demokratik Konfederalizm”, “Demokratik Özerklik”, “Türkiyelileşmek” gibi ne olduğu tam anlaşılmayan hedefler konuldu. Ardından, PKK sosyalist söyleminden tamamen olmasa da kısmen koptuğunu, din kardeşliği gibi Dersim halkının oldukça hassas olduğu bir konuyu öne sürmesi, din temelinde Kürt-Türk kardeşliğinden bahsetmesi, Dersim halkında hayal kırıklığı yarattı, bu da ulusal hareketten kopmalara ve hareketin zayıflamasına neden oldu. Oysa Dersim, bu süreçte çok ağır bedeller ödedi, coğrafyası insansızlaştırıldı, Mazlum Doğan,  Müslüm Durgun (Dr. Baran) ve Sakine Cansız (Sara) gibi sayısız evladını toprağa verdi. Sonuç bu olmamalıydı. Şimdi Dersim, bir kez daha kendini sorgulayacaktı, nereden yanlış yapıldı?

3-Dersimliler Kürt değildir, Zaza/Kırmançki bir halktır

Bu düşünceyi savunanlara göre, Dersim’de bir Kürtlük fikri yoktur; tarihte Dersim’in bir Kızılbaş sorunu olsa da, Kürtlük sorunu olmamıştır, bu sorun yapay bir sorundur ve Nuri Dersimi tarafından bilinçli olarak taşınmıştır. Yine bunlara göre “Kürdistan Tarihinde Dersim” adlı kitabı baştan sona düzmece, yalan ve çarpıtmalarla örülmüştür; devletin Dersimlilere yaptığı kırıma haklılık payı kazandırmıştır. Dersim halkı bundan çok zarar görmüştür/görmektedir. Bu düşünceyi savunanlar, Nuri Dersimi’yi alabildiğine eleştirirler ve neredeyse 1937-38 soykırımının tek müsebbibi olarak gösterirler: “Nuri Dersimi; Dersimlilere hainlik yapan bir milis ajandır.”(Demir,2011; Kahraman, 2019; Yıldırım, 2018). Nuri Dersimi’ye hain ya da ajan demek de yetmediğinden, onun aslen Kırmanç (Zaza) ve Kızılbaş olmadığı söylentisini de yaymaktadırlar. Bunların iddialarına göre; Colıg olarak tanınan aileye Pulur (Ovacıkta) "TITINIK-Titinoga vanime" derler. “Batı Dersimde Sünni Kürtler vardır. Bunlar Yavuz Sultan Selim döneminde yerleştirilmiş ve bayağı da imtiyazlara sahip Celadorlar, Titinikler, vs. Kürt aşiretleridir. 1937-1938 yılında devlet bunları korumaya almış, sadece Alevileri seçip almıştır. Bu Sünni Kürt aşiretleri, şu anda da her türlü imtiyaza sahiptirler; hayvan sürüleri vardır. Bunlar, Ovacık yaylalarını kullanırlar. Pertek’teki, Tıtınik köyü, Tıtıniklerin köyüdür. Colıg, Dersim Zazacasında, ‘Maraba’ demektir. Baytar Nuri, bu imtiyazlı, Kürt aşiretindendir. Ovacık’ın bir kaç köyünde, bu Tıtinik ailelerden vardır. Ne Alevi, ne de Sünni gibi yaşarlar, kendine özel bir yaşam tarzları vardır.”

Nuri Dersimi, aşireti Colıkzadelerin, Dersimin en eski yerleşik aşiretlerinden biri olduğunu yazmaktadır. Fakat onun toplumu ilgilendiren eylemleri etnik kökeninden daha önemlidir. Nuri Dersimi, İstanbul’da Baytar Yüksek Okulu’ndan mezun olarak dönemin en popüler mesleklerinden olan baytarlık mesleği diplomasına sahiptir ve dönemin etkin Kürt milliyetçilerinden biridir. Ailesi Seyid Rıza ailesiyle yakın ilişki içindedir. Büyük babası Mıla Mehmet Ali, Seyid Rıza’nın babası Seyid İbrahim’in hem kâtibi hem de eğitmenidir. Babası Mıla İbrahim de Seyid Rıza’ya hem kâtiplik hem de eğitmenlik yapmıştır. Ayrıca Qerabal Aşiret lideri Kongozade Yusuf Ağa’nın himayesinde Axzunik köyünde özel bir medrese açmış, aşiret liderlerinin çocuklarını eğitmiştir. Mıla İbrahim, aynı zamanda iyi bir Kızılbaş zakiridir, cemlerde cura çalar deyişler (ilahiler) icra eder, Kürtçe ve Türkçe pek çok deyiş (ilahi/gotin) yazdığı da söylenir[1]. Seyid Rıza ailesinin eğitimini üstlenen bu ailenin bir ferdi olan Nuri Dersimi’yi bu aileden ayırmak mümkün mü? Üstelik Seyid Rıza, bir evladı kadar sevdiği Nuri Dersimi’yi daima korumuş ve kendisine değer vermiştir. Her ulusalcı Kürt milliyetçisi gibi Nuri Dersimi de ölümün soğuk nefesini her daim ensesinde hissederek yaşamıştır.

1937-38 Dersim soykırımı sorununu Nuri Dersimi’ye yüklemeye çalışan Kırmançlar, sıra Seyid Rıza’ya geldiğinde, onun dinsel önderliğini, siyasal önderliğinin önüne çıkarmaya çalışarak sorumluluktan kaçınmaktadırlar (Kahraman,2019; 329, Demir,2011). Seyid Rıza, onların iddia ettikleri gibi, kendi aşiretine dahi söz geçirmeyen kendi halinde yoksul biri değildir. 18.11.1931 tarihli İçişleri Bakanı Şükrü Kaya raporunda Seyid Rıza hakkında şunları yazar: “Seyid Rıza’nın günden güne nüfuz ve hükmünü arttırdığı meşhuttur. Yağma ve hırsızlıklardan en çok istifade ettiği ve hükümete en az ehemmiyet verdiği için diğer aşiret ağaları zahirde onu tel’in etmekte, fakat hakikatta ona gıpta eylemekte ve gittikçe nüfüz ve tefevvukunu (üstünlüğünü) kerahetle (mecburen) kabul etmektedirler.” “Hariçtekilerle münasebetlerinden şüphe edilen ve Koçgiriye kadar nüfüzu şamil olan ve hariçteki katil ve hırsızları da himaye ederek silah kuvvetini ve adamlarını arttıran bu adam kat’i tetbirler alınmazsa istikbalin Dersim için hazırlanmış bir şefidir.” (JGK Raporu 1932, 2010;252) Bu rapordan sonra Seyid Rıza sürekli izlenilmektedir, yok edilmesi için fırsat kollanmaktadır. (bkz, belge; 1).

Dersim’de bir Kürt sorunu yoktur diyenler, 1937-38 yıllarında yaşanan vahşeti anlatmakta da güçlük çekmektedirler. Bütün sorunu, Seyit Rıza’nın yeğeni Reyber (Qopo) ile oğlu Baba İbrahim arasındaki aşiret liderliği yüzünden çıkan rekabete bağlıyorlar. Baba İbrahim, 1933 yılı başında Hozat kaymakamının daveti üzerine gittiği Hozat’tan dönüşte babasının istememesine rağmen, Sin köyünde misafir kalırken, Rayber (Qopo) eski düşmanları olan Kırğanlı Mehmet Ağa’yı, İbrahim’i öldürmesi halinde kendisine yüklü para ve silah vereceğine dair taahhütte bulunur. Baba İbrahim Hozat’tan döndüğünde Kırğanlar pusu kurarak kendisini ve yanındaki iki kişiyi katleder. En sevdiği oğlunun hain bir pusuda katledilmesini kabullenemeyen Seyit Rıza, gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra 1933 baharında Sin Köyü’nü muhasaraya alır, cephanesi biten düşmanları Sin’i boşaltıp kaçınca Sin’e girer ve köyde bulunan her şeyi, “mezar taşına varıncaya değin” , tahrip eder. Devlet, Seyit Rıza’nın bu eylemini affetmeyecek, onun yok edilmesi için bunu kullanacaktır (Yıldırım,2018; Kahraman,2019; Demir, 2011). Bütün hadise bundan ibarettir denilse de, olay bu kadar basit değildir, sorun, Kızılbaş/Kürt sorunuyla ilgili halledilmesi gereken tarihsel bir sorundur.

Dersim’de devlete karşı bir isyanın veya isyan hazırlığının olmadığı bir gerçektir. Dersim, devletle tarihin en sıcak ilişkilerini yaşamakta; resmi heyetler Dersime gelip gitmektedir. Seyid Rıza 1928 yılında Pertek’de Vali Cemal Bardakçı ile bizzat, 1931 yılında Elazığ’da oğlu Şıxhesen aracılığıyla devlet yetkilileriyle görüşmüştür. Bu görüşmeyi İçişleri Bakanı Şükrü Kaya da 18.11.1931 tarihli raporunda teyit etmektedir: “Dersimde Seyid Rıza ile Haydaranlı rüesasından (önderlerinden) başka ağalarla ve Seyid Rıza’nın oğlu ile görüştüm. Hepsinin vazı tavrı mutidir, ilticakârdır. Hükümetten ancak teveccüh ve himaye beklemektedirler.” (JGK Raporu 1932,2010;252) 1933 yılında bölgeden başvekâlete gönderilen bir yazıda Hozat’taki aşiret reisleriyle 21 Ağustos’ta görüşüldüğü ve hepsinin ‘Hükümete sadakatten bahsettikleri’” bildirilmiştir (Aslan, 2015; 17). Asker alımları artarak devam etmiş, vergiler ödenmiş, okullar açılıp karakollar yapılmış ve 1936 yılında silahlar toplatılmıştır. Devletin tespit ettiği 9070 adet silahtan 7880’ni hükümete teslim edilmiştir (Aslan, 2015; 20).

Bu verilerden anlaşılmaktadır ki sorun güvenlik ve asayiş sorunu değildir. Amaç devletin nüfuz edemediği, Türk ulusuna dâhil olmaya direnen ve Sünni İslam dini dışında kalan, kendine has inanç sistemi ve kültürel yapıya sahip bir yapının varlığını ortadan kaldırmaktır. Özcesi sorun, Kızılbaş/Kürt sorunudur. Bu sorun, Nuri Dersimi tarafından Dersim’e taşınmamıştır bilakis Dersim’in temel ana sorunudur. Bu gerçek devletin resmi kayıtlarında da mevcuttur. Buna, “gizli ve zata mahsus” ibaresiye 1932 yılında yazılan ve 100 adet” basılan JGK Raporu kitapçığında, 2.2.1926 yılında “Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in Raporu”nda, açık ve net olarak değinilmiştir:

* “Dersim gittikçe Kürtleşiyor, tehlike büyüyor.”

*“Dersim, hükümeti Cumhuriye için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kat’i bir ameliye yapmak ve ihtimalâtı elimeyi önlemek, selâmeti memleket namına farzı ayindir.”

*Yol yapmak, okul açmak, işyeri açmak vs. gönüllerini hoş tutmak, bir hayalden ibarettir.

*“Teenni (acele etmeden) ve idarei maslahat politikası bir müddet daha devam ederse atide (gelecekte) daha büyük ihtilâtat (karışıklıklar) ve iğtişaşata intizar lâzımdır.”

*“Bu ıslahatın icrasından sonra 25 sene devam etmek şartı ile mefkûreci  (ülkücü) unsurları memur göndermek ve bunlara misyonerlik yaptırarak havali Kürtlerini Türkleştirmek.”

*“Bu müddet zarfında mektep açmamak, ancak 25 sene zarfında ahaliye Türklük his ve terbiyesini verdikten sonra mektepler küşat (açmak) etmek ve halkı okutmak. Aksi takdirde Kürtlük telkinati (bilinci) muvaffak olur.” (JGK Raporu 1932, 2010;223-226)

Hamdi Bey’in  “Dersim hızla Kürtleşiyor” acil önlem alınmalıdır, önerisine karşılık Birinci Umumi Müfettişlik tarafından 1931 yılında hazırlanan raporda; Dersim’in sınırlardan uzak olmasının sağladığı avantajın iyi kullanılması ve önceliğin sınırlara daha yakın Kürt direnişlerinin ezilmesine verilmesi gerektiği üzerinde durulur: “ Dersim hakkında kat’i bir tedbir alınmak lüzumu var ise evvelki iş’arlarında (yazılı bildirimlerinde) teklif ettikleri esaslar dâhilinde Dersim işini kökünden halledecek kuvvet ve kudrette bir harekete taraftar olduklarına ve mamafih müfettiş umumilik mıntakası dâhilinde Dersim işinden evvel temizlenmesi lâzım gelen Sasun, Mutki gibi mühim mıntıkalar olduğu mütalâa (görüş) olarak bildirdiler. Vekâlette Dersime karşı yapılacak her hangi bir hareketin Cumhuriyet hükümetinin şeref ile mütenasip (orantılı) ve kat’i neticeler verecek mahiyette olması noktai nazarında olduğundan ve böyle bir hareket için ise daha esaslı tetkikata ve zamana da lüzum olduğundan 1931 senesinde herhangi bir harekete taraftar olmadı. “(JGK Raporu 1932, 2010;239).

Özetle devletin Dersim sorununu çözmek için bir acelesi yoktur; önce sınıra daha yakın Kürt direnişleri ezilecek, sonra sıra Dersime gelecek ve bu “devletimizin şanına yakışacak” şekilde son darbe olacaktır. Böylece devletin, Tanzimat’tan beri varlığını tesis etmediği, derebeyler, aşiret reisleri ve ağaların elinde kalmış Dersim’de varlığını tesis edecek ve Dersim sorunu ebediyen sona erecektir.

Dersim’de bu tür bir ayrışmanın temelinde, politik rekabet vardır; özellikle Kürt ulusal özgürlük hareketinin toparlayıcı ve demokratik olmamasının payı büyüktür. PKK kuruluşundan itibaren kendisi dışındaki tüm Kürt, ulusalcı, solcu, milliyetçi kesimler ile bölgede faaliyet gösteren Türk solunu, yetersiz, işbirlikçi, reformist-revizyonist ve Kürt düşmanı ilan ederek, onlara karşı bir yıldırma/yok etme hareketini başlatmıştır. Özellikle 1990-1993 yılları arasında PKK’nin bölgede kendisine siyasi rakip olarak gördüğü TKP-ML/TİKKO (Türkiye Komünist Partisi-Marksist-Leninist/Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu)  ile TDKP (Türkiye Devrimci Komünist Partisi) gerillalarına karşı giriştiği amansız mücadele, Dersim halkının büyük sempati beslediği Kamer Özkan’ın tuzağa düşürülerek 30 Ekim 1993 tarihinde öldürülmesi, toplumun büyük tepkisine neden olmuştur. Ayrıca 10 Ekim 1993 tarihinde 6 TDKP gerillasının PKK tarafından kurşuna dizilmesi bu tepkiyi büyük öfkeye dönüştürmüştür (White,2012;220).

Dersimlilerin Kürt olmadıklarına dair elimizde kesin bir kanıt yoktur. 1980 yıllarının ikinci yarısından itibaren ivme kazanan Kürt özgürlük hareketi, Dersim’de memnuniyetle karşılanmış ve güçleri oranında hareketin içinde yer alarak destek vermişlerdir. Devletin aşırı güç kullanarak uyguladığı yoğun baskı bölgenin insansızlaşmasına ve mağduriyetlerin artmasına neden olmuştur. Fakat özgürlük hareketinin ilk çıkışındaki ana hedeflerinden sapması ve ardından da hedeflerini bir bir daraltması sonucunda ödenmiş bunca bedelin karşılıksız kaldığı düşüncesine kapılan halkta, hareketin bir özeleştiri vermesi gerektiği beklentisi oluştu. Ayrıca halk arasında sevilen bazı gerilla liderlerinin -Dr. Baran gibi- açıklanmayan ölümleri, yer yer baş gösteren mezhepçilik, bölgecilik gibi istenmeyen gelişmeler, özgürlük hareketi içinde yer alan Dersimli yoldaşları giderek huzursuz etti. Acaba, Dersimliler gerçekten de Kürt değiller miydi?

Dersimlilerin Kürt olmadığını ilk ortaya atan, 1984 yılında “Têkoşîn” hareketinden ayrılan ve 1990 yılında kurulan KHK’nin (Kürdistan Komünist Hareketi) önderliğini üstlenen Seyfi Cengiz olmuştur. Bir sonraki başlıkta çalışmasından uzunca bir özet aktaracağımız Cengiz’in vardığı sonuca göre Dersimliler, Kürt değildir, bölgenin otokton halkı olan proto Ermeniler ile bölgeye sonradan göç eden halkların karışmasından oluşan bir halktır.

Bir başka iddia ise, Dersimlilerin, bölgeye 9. ve 10. yüzyılda göç eden Deylemlilerin devamı olduğudur. Özelde Dersimlilerin, genelde Zazaların tümünün Deylemlilerin devamı olup olmadığı tartışma konusudur, çünkü bu alanda Minorsky’nınki dışında bilimsel bir çalışma yapılmamıştır. Öte yandan, Kürdistan bir kavimler kapısı ve yol güzergâhı olduğu için Kürtlerin tek bir kavimden veya tek bir etnisiteden geldiği ileri sürülemez. Kürdistan’ı farklı kavimlerin, etnisitelerin karışmasından, farklı Kürt dili ve lehçelerinin benimsenmesinden oluşmuş bir halklar mozaiği olarak görmek gerekir. Bugün Kürdistan’ın farklı bölgelerinde bu mozaiğin farklı fiziksel yapılarına, farklı tiplerine rastlamak mümkündür. Deylemlilerin de Kürdistan’a göçü ve yerli halkla kaynaşması da pekâlâ mümkündür. Minorsky de bunu yazmaktadır. “Zaza denilen Kürtlerin Anadolu’daki bir başka azınlıktan daha az Kürt olmadığı tartışmasız. Bu, çok eski dönemlerden bu yana araştırmacıları meşgul eden bir soruna ışık tutmaktadır. ‘Kürt’ teriminin üzerinde anlaşılmış evrensel tek bir anlamının olmadığını göstermektedir.” (Minorsky, 1943; 75, akt: White,2012; 71). Vladimir Minorsky, “terimin belirsiz ve rastgele kullanımı dediği konuyu tartışırken” bu karışıklığın altını çizmektedir.  

Minorsky, 10. yüzyıldaki İranlı tarihçi Hamza İsfahani’nin sözlerini şöyle aktarmaktadır: “ İranlılar, Deylemlilere ‘Tabaristan Kürtleri’ derken, Araplara ‘Suristan, yani Irak Kürtleri’ derler.” (Minorsky, 1943; 75, akt: White,2012; 71)

Tarihsel gerçekler bize göstermektedir ki, Deylem ülkesinden, Karasu ile Murat suyu arasındaki dağlık bölgeye bir göç söz konusu olmuştur. Zaten Dersimin önemli ocaklarından olan Kureyşan ve Babamansurların Horasan’dan[2] göç ettiklerini iddia etmektedirler. Fakat göçmenlerin boş bir ülkeyle karşılamadıkları da bir gerçektir. Êzdan inancının bütün dini ritüellerini yerine getiren Şadılı veya Şadiyan Aşiretinin ocağı olan Turabi Ocağı’nın varlığı bunun kanıtıdır. Bölgenin en eski yerli ocağı olan Turabi Ocağı, yeni gelen Babamansur ve Kureşan/Kureyşan ocaklarının yoğun baskısı sonucu giderek sönükleşmiştir (Gürbey, 2016). Yeni gelenlerin dağlık bölgede yaşayan ve benzer inançları paylaşan halklarla kaynaşması güç olmasa gerek. Farklı bir ulustan veya halktan olduklarını iddia eden Dersimlilerin tarihsel arka planında yatan gerçek budur. Kürt ulusunun önemli bir bileşeni olan Dersimlileri Kürt halkından ayrı, farklı bir halk olduğunu ileri sürmek, Kürtlüğe, Kürt halkına, en çok da Dersim halkına karşı yapılmış büyük bir haksızlıktır. Öcalan da, Kırmanc ve Zazaların Kürt olmadıkları biçimindeki düşünceyi reddetmekte, bu grupların birdenbire ayrı bir kimlik ortaya atmalarını Türk istihbaratının bir komplosu olarak görmektedir (White,2012;209).

4- Dersimliler (Zazalar) proto Ermenilerdir.

Kırmançların Ermeni kökenli olduğunu tezi ilk kez 2007 yılında Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu tarafından bir sempozyumda dile getirir. Halaçoğlu, yabancı arşiv belgelerine ve araştırmalarına dayanarak yaptığı konuşmasında şunları söylemiştir: "Araştırmalarımızda Kürt diye bildiğimiz insanların aslında yapısal olarak ’Türkmen asıllı’ olduğunu, Kürt Alevi olarak bilinen vatandaşların ise ’Ermeni kökenli’ olduğunu gördük. Ülkeyi bölmeye çalışan ’TİKKO ve PKK’ terör örgütlerinin içinde yer alan insanların birçoğu Ermeni dönmesi Kürtlerden oluşuyor. TİKKO ve PKK hareketi bizim bildiğimiz gibi Kürt hareketi değildir." (http://www.gazetevatan.com/-kurt-yoktur).

Halaçoğlu’nun bu açıklaması kamuoyundan tepki toplasa da pek etkili olduğu söylenemez, esas etkiyi aşağıda anlatılan yazarlar yapmıştır.

Seyfi Cengiz, Avrupa ve Ermeni kaynaklarından yararlanarak yazdığı, “Dersim ve Zaza tarihi III” (2014) adlı eserinde, ilk Dersimlilerin proto Ermeni olduklarını sonradan gelenlerin bunlarla karışarak bugünkü Dersim halkının atalarını oluşturduklarını yazar. Cengiz çalışmasına üç farklı yol izleyerek sonuca ulaştığını belirtmektedir. Bunlar sırayla:

A-Tarihsel veriler,

B- Destanlar,

C-Ortak inançlardan günümüze ulaşanlar,

D- Milletler Cemiyetine Gönderilen Tartışmalı Mektup/Mektuplar.

A-Tarihsel Veriler: Bu veriler Ermenistan diye tanımlanan coğrafyanın, ulusal bir aidiyetti değil, farklı ulusları bünyesinde barındıran coğrafi bir terim olduğunu, zaten Ermenilerin de kendilerini “Hay” ülkelerini de “Hayastan” olarak tanımladıklarını, Ermenistan tanımının, Ermenistan’a komşu halklar tarafından verildiğini, bunun da bölgede yaşayan halkların aleyhinde bir algı yarattığını açıklar. “Anadolu’da Gil ve Dımliler’i, Dersimliler’i, Zazalar’ı ve Kürtler’i kaynaklardan ve kayıtlardan sildirip neredeyse tarihsiz halklara dönüştüren sebep, Ermeni etiketinin yanlış kapıya asılması veya muğlak ve yanlış kullanılması olabilir.” (Cengiz, 2014). Dolayısıyla Ermenistan coğrafyasında, Ermeni ulusu kadar, Dersim ulusu da yerleşik ve otantik bir halk olarak yaşamaktadır.

İki halkın tarihte kurdukları ilk politik-siyasi birlik organizasyonu Urartu devletidir. Fakat Urartulardan önce Dersim’de Hititlerin, Hatilerin, Asurların ve M.Ö 9. ve 8. yüzyıllardan itibaren de Hurrilerin izlerine rastlanılmaktadır. Urartular sonrasında Dersim ve çevresi Urartu ve Asur varlığına son veren Medler’in kontrolüne girer.

Bölgenin ilk politik birliğini kuran Van merkezli Urartular, Hurriler’in bir koludur. Hurri orijinli Urartulular’ın bir diğer adı da Haldiler’dir. Tarihte Haldiler olarak geçen ulusun aslında Urartulardan başkası olmadıkları Strabo’nun Chalybler’i Haldiler (Chaldaei), yani Urartulular olarak düşünmesinden de bellidir. Gramatik bir analizden hareketle N. Adontz da Strabo’nun Chalybe (Chalube) ve Chal-daei (Haldi) özdeşliği kuran bu görüşüne katılır. Strabo, Ermeniler ’in Karen (Erzurum)’in yanısıra Derxene bölgesini (Tercan ve Eski Dersim) de Zariadris ve Artaxias döneminde Chalybler (Haldiler)’den ve Mossynoechi’lerden ele geçirdiklerini yazmaktadır.

Bu bilgiler iyi analiz edildiğinde, Haldiler’i (Urartular) anılan dönemin Eski Dersim sakinleri olarak görmek gerekir. “Urartu krallığı bir (veya ilk) Zaza devleti miydi?” sorusuna kesin bir yanıt verilmese de, en azından Urartu yıkılışı sonrasında ülkenin dağlarına sığınan ve Haldiler adı altında varlıklarını devam ettiren hakiki Urartular’ın da Zazalar’ın oluşumunda önemli bir yeri olduğu düşünülebilir. Genelde Hurri coğrafyasının, özelde Hurri orijinli Urartu Krallığı’nın yükseliş dönemindeki sınırlarının Zazalar’ın tarihi coğrafyasıyla uyuşuyor olması da bu tezi güçlendirir. Tarih boyunca en eski ve en belirgin Zaza-yoğun bölgeler Urartu sahasında ve merkezlerinde görülür. Ayrıca Hurriler arasında Zaza adına sıkça rastlanmaktadır (Cengiz, 2014).

Urartuların tarih sahnesinden çekilmesiyle bölge önce Medlerin, ardından Akamenidler’in eline geçer. Bölgeye Ermenistan adını veren ve yazıtlarında “Armina” adını kullananlar Akamenidler’dir. “Akamenidler çağından itibaren Dersim artık Ermenistan’ın bir parçasına dönüşür ve Ermenistan’ın ortasında yer alan konumu nedeniyle ülkenin kaderi bu tarihten sonra Ermenistan’ın kaderinden ayrılamaz hale gelir.” (Cengiz, 2014). Anlaşılıyor ki, Kırmanciye ve Ermenistan kavramları bir ve aynı coğrafyayı tanımlamaktadır. Yani Kırmanciye ve Ermenistan aynı ülkenin alternatif adlarıdır. Yazılı kaynakların Urartu ve Ermenistan tarihi diye anlattıkları, Kırmanciye tarihinin ta kendisidir ve bize başkalarının tarihiymiş gibi kabul ettirilen bu durum yaşadığımız kimlik krizinin ve tarihsiz kalışımızın sebebidir (Cengiz, 2014).

Akamenidler’den itibaren Dersim önce Makedonlar ve Selukidler sonrasında Ermenistan’la birlikte Roma, Part, Bizans ve Sasaniler’in yönetimine girer. Daha sonra da Sasaniler’i deviren Araplar’ın etkinlik alanına dâhil olup son olarak da bölgede Türk hâkimiyeti başlar.

Bu işgaller sonucunda, Kırmanciye (Ermenistan) teriminin kapsadığı toprakların sınırları, yüzyıllar içinde önemli değişiklikler gösterdiği gibi yönetsel durumu da sık sık değişir. Akamediler döneminde oluşturulan 13 eyaletten ((Satraplık)biriyken, M.Ö. 401/400 yılında on bin Yunanlı askerle birlikte Kırmanciye (Ermenistan)’den geçen Xenophon, bu yürüyüşün öyküsünü anlattığı Anabasis adlı eserinde Kırmanciye (Ermenistan)’nin o tarihte iki parçalı olduğunu kaydeder. O’nun yazdığına göre, bu parçalardan birinin satrapı Orontas, diğer parçanın (Batı Ermenistan) satrapı ise Tribazus idi.

Orontid Krallığı, Urartulardan sonra ikinci Kırmanciye krallığıdır. Orontidler sonrasında Kırmanciye (Ermenistan)’de oluşan monarşilerin en büyüğü Artaxiad (Artaxias) Hanedanlığı idi. Daha sonra Arsakid ve Sasani hanedanlıkları gelir.

Ermenistan’da Arsakid devletinin 428 yılında yıkılmasıyla, ülkenin politik/yönetsel birliği dağılır. Bu dönem yaklaşık 500 yıl kadar devam eder. Nakhararlar denen feodallerin ve sayısız beyliklerin hüküm sürdüğü ve politik bir kaosun egemen olduğu dönemin ardından,  Bagratuniler dönemi başlar; uzun bir kaos döneminden sonra 885 yılında Bagarat Evi’nin bir kolu, Aşot V Bagratuni’den başlayarak Ermenistan kralları unvanını aldılar. Böylece Arsakid yönetimi son bulalı beri ilk kez hem Arap hilafeti hem de Bizans tarafından tanınan yeni bir Ermenistan Krallığı dönemi başlamış oldu. Kırmanciye beyliklerinden birisi olan Kuzey-doğu Ermenistan’daki Bagrat Krallığı’nın başkenti ve merkezi Ani idi. 1064 yılında Selçuklular tarafından yıkılana kadar toplam 298 yıl yaşayan bu krallık daima Müslüman Arap halifeliğini tanıdı (…).

Dersim coğrafyasını geniş anlamda ve dar anlamda ele almak gerekir. Dar anlamda İç Dersim’in (Otantik Desim’in, Eski Dersim’in) ayrı bir önemi vardır çünkü Dersim halkı burada çoğalarak çevreye yayılmıştır. Dersimlilerin ataları, Eski Dersimliler ile Geç Dersimliler (sonradan gelenler) burada kaynaşmışlardır. “Bu nedenle Dersim tarihini Eski Dersim ve Geç Dersim olmak üzere iki ana bölüm halinde işlemek gerekir.”

 “1866 yılında Dersim’i dolaşan Britanya’nın Erzurum konsolosu J. G. Taylor”a göre, Esas Dersim (Gerçek Dersim), Halvori, Mazgirt ve Kiğı’nın gerisindeki dağlık bölgedir. Bu bölgenin kapısı Mazgirt, kuzey hududu ise Karasu Nehri’dir. 19. yüzyıl sonunda Dersim’i gezen Ermeni Andranik, sonraları Tunceli adı verilen topraklara ek olarak Tercan kazasını da Dersim’in bir parçası olarak tarif eder. Esas Dersim (çekirdek Dersim) ayrımı Andranik’te de mevcuttur. O’na göre de Esas Dersim, Tujik (Abasan) ve Kutu Deresi mıntıkalarıdır. Bu bölge Antranik’in gezisi sırasında Dersim’in bağımsızlığını hâlâ koruyabilen yegâne parçasıdır (Bkz. Andranik, Dersim, Tiflis, 1901).

Eski Dersimlilerin, (Mamakan-Sani ve Part) ve eski Zazaların (Orontid, Artaxiad, Sofene, Bagrat, Arzanen, Artsruni, Gini, Sanasan) gerçek tarihte neye ve kime tekabül ettiğine bakılmaksızın bu halklar Ermeni olarak tanıtılmış ve eski ve köklü bir halk tarihsiz kılınmıştır. Ermeni diye tanıtılan hanedanlıkların Eski Zazalar olduklarının açığa çıkması Ermeniler’ in Zaza orijinine ya da Ermenilerle Zazalar’ın bir ve aynı halk olduklarına işaret etmektedir.  

B-Halk Destanlarından;

Destanlar, halkların kökeni hakkında önemli bilgiler verir. Dersim’de anlatılan Khal Mem (Ocağê Khal Mem’i)  Ocağı bu anlamda önemli bir referans olup  Jandarma Umum Kumandanlığı yayını olan Dersim (1932) adlı kitapta da Eski Dersim mıntıkasında oturan aşiretlerin, hatta bütün Dersim aşiretlerinin, Eski Dersim’e aynı zamanda Kalman Ocağı dedikleri kaydedilmiştir. Öte yandan her Dersimli bilmektedir ki Dersimliler bu bölgeye Mamekiye de demektedirler. Bu ad Ermenice kaynaklarda Mananalı (Mamanalı, Manan-alı, Maman-alı) olarak geçmektedir. Toparlarsak; Dersim (Eski Dersim), Ocağê Khalmem’i (Kalmem Ocağı) ve Mamekiye adları bir ve aynı bölgenin veya ülkenin alternatif adlarıdır.

Khalman veya Khalmem adı, önüne Khal ünvanı getirilen Man veya Mem (Mam, Maman, Mamakan, Mamikonian) kavim adının ta kendisidir. Kavim adları destanlarda kişileştirilerek ifade edilir. Buradaki Man veya Mem, Eski Dersimliler’in kendi orijinlerine ilişkin geleneklerinde kendi cetlerinden biri olarak gösterdikleri ve adının önüne Khal ünvanı koyarak Khal-Mem dedikleri kişilik olup, ilk Ermeni tarihçilerinin aktardığı Mamakanlar’ın geleneğinde onların atalarından biri olarak da anılan Mamik (Mamık)’le tamı tamına aynıdır. Yani Eski Dersimliler’in çok önemli bir bölümü  kaynaklarda Ermeni olarak tanımlanan, ama Ermeni asıllı olmayan Mamanlar (Mamakanlar)’dan gelmektedirler. Eski Dersim’in alternatif adlarından Ocağe Khal Mem’i (Kalmem Ocağı, Kalman Ocağı) ve Mamekiye kavramları da etnik Mamakan adından gelmektedir. Ermeni kaynaklar da Mamakanlar’la Saniler (Tzaniler)’in bir ve aynı halkın kolları oldukları görüşünü kaydetmişlerdir.

Dersimlilerin bir diğer kolu da Partlardan geldiği düşünülen “Khal Ferat” denilen koldur. Eski Dersimliler’in kendi orijinlerine ilişkin ulusal nitelikte tek bir rivayeti vardır ve onu diğerleri arasından ayıklamak önemlidir. Bu rivayete göre Dersimliler’in cedleri Khal Mem ve Khal Ferat adlarında iki kardeştir. Geleneğin Khal Mem dediği Mamakanlar (Çanlar, Tzaniler, Sanlar, Sinler, Ermenice’de Mamikonyanlar)’dır, Khal Ferat dediği ise Partlar (Arsakiler, Eşkaniler)’dır. Bu bulguların ışığında Asıl Dersimliler’in Mamakanlar olduğu ve bunlara daha sonra Partlar’ın katıldığı ortaya çıkıyor. Dersimliler’e ve ülkelerine adlarını verenler Mamakanlar,  dillerini verenler ise Zazalar (Dımıliler, Sasaniler)’dır. O halde  Mamakanlar ile Partlar’dan bileşen esas çekirdeğe üçüncü bir etnik öğe olarak Dımıli  (Gil, Zaza)’lerin de katıldığı vurgulanmalıdır.

Bölgede Partlar’dan çok daha eski oldukları için Geliler (Dımıliler, Zazalar) ile karışım daha erken bir tarihte başlamış olmalıdır. Buradan hareketle Dersimliler’in esas çekirdeğinin büyük bir olasılıkla ortak orijinden olan Mamakanlar ile Zazalar (Sasaniler)’dan bileştiği, daha sonra da Partlar’la bir karışımın yaşandığını söylemek daha doğru görünüyor. Kaldı ki, Partlar’a adlarını ve dillerini verenler de büyük olasılıkla Sasaniler olmuştur. Dersimliler (Kırmanclar), esas olarak işte bu üç etnik unsurun -Mamakanlar, Sasaniler (Zazalar) ve Partlar- bir sentezidirler. Ama gelenek sadece Khal Mem-Khal Ferat ikilisine işaret etmektedir. Öyle olmasına rağmen Khal Mem, başta Kırmanciye adından olmak üzere, hep öne çıkmaktadır.

Kırmancki adı da Khalmanlar (Khalmem Oğulları, Domane Khalmemi, Mamakanlar) anlamına gelebilir. Dersimliler kendi ülkelerini Kırmanciye olarak da tanımlarlar. Dersim geleneğindeki Kırmanciye kavramı, bu çalışmanın vardığı sonuca göre, sözcüğün dar anlamında Dersim için de kullanılmakla birlikte, geniş anlamıyla tarihi Urartu ve Ermenistan topraklarına referans olup, fiili planda tamı tamına Ermenistan (eski Urartu)’la örtüşmektedir.

Kırmanc ve Ermeni (Arman, Armanc, Dersim dilinde Hermeni) adları arasındaki ilişkinin tam olarak ne olduğu konusunda henüz net olmasa da, Kırmanciye ve Ermenistan kavramlarının pratik olarak aynı coğrafyayı tanımladıkları noktasında hiç bir kuşku yoktur. Dolayısıyla iç içe geçen bu iki halkın tarihsel gerçekliğini anlamak için, Ermeni tarihinin iyi incelenmesi gerekir; çünkü “Ermenistan ve Kırmanciye tarihleri iç içe geçen, büyük ölçüde örtüşen süreçlerdir.”

C-Ortak İnançlardan günümüze Ulaşanlar

İki halkın uzun tarih ve siyasi birliği kadar, inanç ve kültürel birlikteliği de vardır. Zerdüşt dinin Sasani devletinin resmi dini olması ve sömürünün ideolojik aracına dönüşmesine tepki olarak doğan Mani ve Mazdek hareketleri, gelecekte otoriteyi, resmi kiliseyi, özel mülkiyeti reddeden, eşitliği, kardeşliği ve kadın haklarını savunan heretik (aykırı) akımlar, aynı coğrafyada doğan gelişen eylemsel nitelikteki fikir akımlarıdır ve aynı oranda Avrupa’yı da etkilemişlerdir.

Özetle, bugünkü Kızılbaşlar ve Êzidiler çekirdek olarak eskiden Pavlaki, Tondraki, Güneşe Tapanlar/Güneşin çocukları (Arevordikler) gibi adlarla bilinenlerdir.  Özellikle Arevordikler hakkında Kars Tarihi’nin yazarı Kirzioğlu önemli bilgiler vermektedir: “Ermeni kilise tarihlerinde Mananalı (Doğu Dersim) ve Taranali (Divriği) adlı iki yerde dinsiz sayılan Pavlikyan ve Tondraklılar’dan çok şikâyet olunur (bkz. Çamcıyan’ın Ermenistan Tarihi’ndeki M.S. 655, 717 ve 1394 yılları vakaları bölümüne). Yine Çamcıyan’ın aktardığına göre, güneşe taptıkları için bunlara Are-vortik (Güneş-Oğulları) denilir. 717 yılında Abbasi emirlerine dayanarak Hıristiyanlığı hiçe sayıp güneş ile aya tapınıp büyüler yaptıkları, hava perilerini çağırdıkları söylenir. Bugün de Dersim Zazaları, yani Kızılbaş/Aleviler güneşe tapınıyorlar. Kızılbaşlar’da doğacılık halen yaşıyor. Ermenistan’daki eski putperestlik bugün en çok Dersim’de ve güneş ve aya tapım biçiminde yaşıyor” (Bkz. Fahrettin Kirzioğlu, Kars Tarihi, s. 131). Bu toplulukların Müslüman olmadığı veya Müslümanlar tarafından daha çok Hıristiyan olarak tanımlanırlar.

İki toplum arasındaki temel ayrım dinsel olduğu kadar dilseldir de. Kaynakların Ermeni olarak tanımladığı Eski Dersimlilerle asıl Ermeniler’i özellikle 6./7. yüzyıldan itibaren dini inançlarına bakarak da kabaca ayırt etmek mümkündür. Ermeniler genelde Hristiyanlığın Gregoryen mezhebine bağlı iken,  aynı mezhebe bağlı Dersimliler de olmakla birlikte, onların ezici bölümünün Pagan, Pavlaki-Êzidi ve Güneşe Tapanlar olarak tanımlanan kesimlere dâhil oldukları söylenebilir. Buna rağmen yine de iki inanç arasında hâlâ pek çok benzerlik vardır; kutsal taş, ağaç ve ziyaretgâhlar gibi. Xızır ile St Sarkis aynı karakterde iki farklı isimden ibarettir.  Bunu bölgeyi ziyaret eden Andranik de teyit etmektedir.

Gerek tarihsel veriler gerekse halk destanları, ya da ortak inanç tortuları, asırlarca birlikte yaşamış, ortak inanç ve kültürler yaratmış, Ermeniler ve Kırmançların aynı halkın farklı iki kolu olduğunu işaret etmektedir. kaynakalara Ermeni adı geçerken Kırmançların adlarının geçmemesi bir talihsizliktir. Tarihçilerimizin bundan sonraki çalışmaları, bu haksızlığı gidermeye ve kendi tarihlerini tüm çıplağıyla gün yüzüne çıkarmaya yönelik olmalıdır. Aksi halde Kırmanç tarihi Ermeni tarihi olarak anılmaya devam edecektir.

Ermeni entelektüeller Seyfi Cengiz’in bilimselliği kuşkulu bu tarih tezine heyecanla sarılmış olup, sorgulamaksızın bu teze dayanarak makaleler yazıp sempozyumlar düzenlemişlerdir. Örneğin Ermeni yazar, Sarkis Hatspania, 11 Mayıs 2017 tarihinde kendi köşesinde “Dersim Gizemi” adlı makalesinde, eski Dersimlilerin, proto Ermeniler olduklarını hararetle savunmuştur. “Dünyanın neresinde bulunursa bulunsun, kendini Dersimli tanımlayan bu çevrelerdeki hemen her insanın son on yıllarda kendine yönelttiği [“Kimiz biz?” Ma kamime? “Nereden geldik, ne zamandan beri buradayız ?” Ma koti ra ameyme, çı wext ra nat etıya derime? “Etnik kimliğimiz nedir, inançlarımızın hamuruna çalınan maya nereden geldi ?” Ma kamci mılet rayme, mirazo ke şanao mirê itıqatanê ma, koti ra ameo ?] türü daha onlarca soruya yanıt arayanlardan bir kısmı da, kötü zamanların dayanılmaz şartları altında salt fiziksel varlıklarını koruyabilme kaygısıyla zoraki kimlik değiştirmeye maruz bırakılmış Ermeni soydaşlarımızdır. Dersim bölgesine ilk yerleşimin M.Ö 6 binlere kadar uzandığını bize ileten tarihsel verilere istinaden Subari-Khurri evrelerinden başlamak üzere Ermeni etnisitesinin oluştuğu Mittani ve Urartu-Van Krallığı’ndan bu yana söz konusu coğrafyanın en eski ve yerleşik toplumu olarak aralıksız olarak bu topraklarda yaşayan bir halkın evlatlarının asıl kimliklerini öğrenmek ve özlerine dönebilmek için son yıllarda gösterdikleri çaba çok büyük bir saygıya layıktır.” Dersim tarihi üzerinden çalışmak isteyen, 25 yıldır Avrupa’da yaşayan Dersim Mamekan aşiretine mensup birinin(?), dil bilmemesinden dolayı, Ermeni kaynaklarına ulaşamadığı için kendisinden (Sarkis’ten) yardım istemesinden dolayı, kendisinin de bu konuyla ilgilenmeye başladığını açıklar. “Bu vesileyle elde ettiğim kaynaklar sayesinde hem tarihsel Ermenistan’ın Dzopk bölgesinin yerlisi soydaşlarım, hem de bu bölgeye 13.üncü yüzyıl başlarından itibaren İran’dan gelip yerleşen Zazalarla ilgili hiç de yabana atılmayacak bilgi birikimim oldu diyebilirim.  O günlerden bu yana da her olanakta bilgi dağarcığımı zenginleştirmeye çalıştığım Dersim bölgesinin asıl yerlisi olan Ermeni insanlarının acı kaderiyle ilgili elde ettiğim tarihsel verilerin son beş yüz yıllık tarih dilimini kapsadığını ve bu çağlarda yaşanan buhranlar sırasında, başlarına gelen facialardan kurtulabilmek için önce dinsel, sonra dilsel, kültürel ve daha sonra da etnik kimlik kaybına uğratıldıklarını öğrenmiş oldum.” “Uzun süren Osmanlı-Safevi /İran Savaşları’ndan (1501-1776) arada kalan Ermenilerin, artan dini baskılardan kurtulmak için din değiştirmek zorunda bırakılmışlardır. Bu dönemde binlerce Ermeni din değiştirerek Kızılbaşlığı seçmiştir. Ermenilerin, zorlanmadan Hıristiyanlıktan Kızılbaş inancına geçmesinde onların uzun tarihsel birliktelikleri, ortak kültürleri etkin rol oynamıştır. “Kendilerini diğer halk ve inançlardan ayırmaya özen gösteren Dersimli Alevi-Kızılbaşlar’dan bir kısmı bir zamanlar Ermeni etnik kimliğiyle yaşayan soyun öz be öz evlatlarıdırlar ve bu gerçeklik TC devletinin şu an gizli tuttuğu belge ve tutanaklarda ayrıntılı olarak mevcut olduğu gibi, aşağıda bibliografyası verilen onlarca kitap sayfalarında da yer, zaman, aşiret, inanç, isim, nüfus ve nüfuz belirlemeleri parmakla gösterilerek, o eserleri yaratan emektarlar tarafından tarihsel bir şahadetin belgesi olarak, katıksız birer anlatımla bize ulaştırılmıştır. Bu matbuatın eski tarih bölümlerinden birçoğunda özellikle belirtilen bu olgu, değişik zamanlarda hemen tüm bölgeyi gezmiş Avrupalılar tarafından yayınlanan kitaplardaki birçok kaynakta da ‘Erken Dersimliler’ denilen Kırmanclar ‘proto-Ermeni’ olarak tanımlanmaktadırlar. Onların anlatımlarına göre, Ermeniler tarih içinde büyük ölçüde Aleviliğe geçmiş, ama hem Pagan dönemi, hem de Hıristiyanlığın izlerini taşıyan Surp Sarkis, Gağant, Zadik, Vartavar gibi eski inanç ve geleneklerini kendi içlerinde yaşatmaya devam etmişlerdir.” (Sarkis Hatspanian: Dersim Gizemi)

Dersimlilerin/Zazaların-Kırmaçkilerin, Kürt değil, Ermeni olduklarını savunanlardan öne çıkan diğer isimler de Erivan Devlet Üniversitesi İranistika Fakültesi Dekanı Profesör Garnik Asatrian ve aynı fakültede görevli eşidir.. Bu isimler “Yaptığımız çalışmalar neticesinde Zazalar ve Êzidiler Kürd olmadığını tespit ettik”, “Bu bizim zaferimiz“ demektedirler. Garnik Asatrian’ın, 1992 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda;  Dımıliler konusunda söylediği sözler oldukça ilginçtir: “Zaza halkını kesinlikle Ermeni halkından ayrı düşünemiyorum... Zazaistan ve Ermenistan bizim müşterek anavatanımızdır.” Bununla da yetinmeyen Garnik Asatrian açıkça şöyle demektedir: “Zaza halkı önümüzdeki 10-15 yıl içinde Ortadoğu'nun önemli siyasal faktörlerinden biri durumuna gelecektir. Fakat bu gelişmenin olması için çok çalışmak gerekiyor.” Asatrian röportajın devamında Yerevan'da [Erivan’da] Zaza halkına ilişkin bilimsel çalışmaların yapılabileceği bir Zaza Kültür Merkezi oluşturma çabaları içinde olduklarını, Dersim adlı bir dergi çıkarma yolundaki çalışmalarının da tamamlanmış olduğunu ve “Zaza halkının tüm sorunlarını konu edinen” bir kitap hazırlığı yaptığını da açıklamaktadır. Ayrıca konuyu Ermenistan parlamentosuna götürrmekten de kaçınmayacağını da söylemiştir (Kaynak: http://www.kurdistan-post.org/News-file-article-sid-35493.html).

D- Milletler Cemiyetine Gönderilen Tartışmalı Mektup/Mektuplar: Milletler Cemiyeti Genel Sekreteri’ne 20 Kasım 1937 tarihinde yollanan Seyid Rıza ve Dersim aşiretleri imzalı bir mektubun varlığı bilinmektedir -veya tartışılmaktadır-. Dersim aşiret liderleri mektupta Türk yetkilileri tarafından alındığı öne sürülen tedbirleri ayrıntısına kadar anlatmaktadır:  “Kürt çocuklar Türkçe eğitim veren okullarda bilenen temel eğitim haklarından yoksun bırakılıyor; Kürtlerin Türk ordusunda subay olmaları ya da ‘Kürt bölgesinde’ sivil görevlere gelmeleri engelleniyor; Kürtler inşaat projelerinde köle gibi çalışmaya zorlanıyorlar; ‘Kürtlerin önemli bir parçası’ dağıtılıp tahliye ediliyor; ‘genç Kürt kadınlar ve kızlar ailelerinden kopartılıp’ yasadışı nikâhsız birlikteliklere zorlanıyor; ‘sonuç olarak Kürt ulusunun bir parçası Türkleştiriliyor ve farklı araçlarla yok ediliyor.”(Dersimi, 1992;299-303, White,2012;126).

Mektupta, Türk hükümetinin genelde Kürdistan’da özelde Dersim’de Kürtlere uyguladığı baskı, şiddet ve yok etme politikası eleştirilirken, dikkat çeken bir başka nokta da  Dersim aşiret şeflerinin Dersim’de yaşayanları “Kürt ulusunun bir parçası olarak” tanımlamasıdır. Aynı ibare, mektubun bütününde birkaç kez tekrarlanmaktadır. Bu yaklaşım, Kürt ulusal birliğinin bir ilk örneğidir. Kendilerini Kürt ulusunun bir parçası olarak görmeyenlerin karşı çıktıkları, mektubun bu içeriğidir. Bunlara göre, okuryazarlığı dahi şüpheli olan[3] biri tarafından bu nitelikte ve içerikte, üstelik Fransızca/İngilizce mektuplar yazması beklenemez. Yazılanların, “hepsi yalan, uydurma, Seyid Rıza’ya ve günahsız insanlarımıza yapılmış iftiralardır!” (Kahraman, 2019; 330). Mektubun, “Baytar Nuri tarafından ve Seyid Rıza’nın haberi olmadan Suriye’den gönderildiği kuvvetle muhtemeldir” (Yıldırım, 2018; 186). Oysa son yıllarda ortaya çıkan belgeler, bu görüşlerin aleyhinedir. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivinde, Fon kodu: 301000-111-745-20-96A /94., bulunan belge, bu iddiaları çürütmektedir. Belgede şunlar yazılıdır: (bkz, belge; 2)

T.C                                                                                   
18.10.1937
DAHİLİYE VEKÂLETİ:                                             

 H. Seyit Rıza’nın Milletler Cemiyetine Muracatına dair:

                                   R. C. U. Kâtipliğine:

Milletler Cemiyeti nezdindeki daimi Delegelikten alınmış olan 29 Eylül 1937 tarihli ve 1497/940/16 numaralı bir tahriratta: Dersim Başkumandanı Seyit Rıza imzasiyle Suriye’de Derecikli Nurettin Yusuf isminde biri tarafından Milletler Cemiyeti Umumi kâtipliğine bir mektup gönderildiği ve fakat buna ehemmiyet verilmediği gibi bir muameleye de tabi tutulmadığından behic Hariciye vekâletinden alınan 12/10/937 gün ve üçüncü D.R. 10 şube 22026/3179 sayılı yazılarına bağlı gönderilmiş olan mezkûr mektup sureti ilişik olarak sunulmuştur. Mektübün Seyit Rıza’ya aidiyeti hususunda kanaat hasıl olamamış, ancak Seyit Rıza imzasını taşıyan mektubun cenupta bulunan Bedirhaniler tarafından tanzimi edilerek gönderildiği şüphesi uyanmaktadır. Keyfiyetin tahkik edilmekte olduğunu saygılarımla arzederim.

Dahiliye Vekaleti/Ş. Kaya.

Devletin resmi belgesi ile mektubun yazılış tarihi arasında bir çelişkinin varlığı hemen göze çarpıyor:

a)-11 Eylül 1937 tarihinde Nuri Dersimi Suriye sahasına iniyor.

b)-Milletler Cemiyetine gönderdiği iddia edilen mektup, 20 Kasım 1937 tarihli.

c)-Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı’nın 18 Ekim 1937 tarihinde hazırladığı belgede, Milletler Cemiyeti nezdindeki daimi Delegelikten alınmış olan 1497/940/16 numaralı resmi yazışmada (tahriratta) 29 Eylül 1937 tarihi yazılıdır.

Öyle anlaşılıyor ki, Milletler Cemiyeti’ne yazılan mektup, daha yazılmadan Türkiye’nin Cenevre’deki daimi delegesinin eline geçiyor. İçişleri Bakanlığı belgesinin bir diğer özelliği ise, mektupta Nuri Dersimi’den hiç bahsedilmemesi[4].

Bütün bu çelişkiler, araştırmacı yazar Sedat Ulugana’nın, Fransa’nın Nantes kütüphanesindeki mektubun Fransızca nüshasına ulaşmasıyla gün yüzüne çıkmıştır; bu belgenin en önemli özelliği, mektup fişinin üstündeki tarihin 2 Ekim 1937 yılını gösteriyor olmasıdır (bkz, belge, 5).

Bu tarih neyi ifade ediyor? Mektubun Suriye’den değil, Dersim’den yollandığını kanıtlıyor. “Yani Seyid Rıza’nın mektubu, 30 Temmuz 1937 yılında Fransa’nın İstanbul Büyükelçiliği’ne teslim edilmiştir. Belge bu tarihte, İstanbul’daki Fransız Büyükelçiliği’nden, Fransa’nın Dış ilişkiler Bakanlığı’na gönderilmiştir. Gönderilme tarihi ile birlikte zarfın üstünde şu yazılıdır: “Kürdistan’ın Dersim Bölgesi’nden 30 Temmuz tarihinde gelen mektup” ve “Kürdistan’daki ayaklanma.” (bkz, belge; 3, 4, 5).

 Bazı cenahların “bu mektup Seyid Rıza’ya ait değildir. Suriye’de yazılıp, gönderilmiş. Mektup Nuri Dersimi tarafından uydurulmuş!” söylemleri ile yürüttükleri kara propagandaya karşı bu belge şunu kanıtlamaktadır: Birincisi, 2 Ekim 1937 yılında Nuri Dersimi yurtdışındadır, Türkiye’de değildir. Bu mektup Fransız Büyükelçiliği’ne teslim edildiği zaman Nuri Dersimi kesinlikle Türkiye’de değildir. İkincisi mektubun gönderi fişi üzerinde, Dersim. Bu da kesinlikle mektubun Seyid Rıza’ya ait olduğunun önemli bir kanıtıdır (Ulugana, Seyid Rıza, Dersim ve iki mektup).

Tartışılan bir diğer konu da Seyid Rıza’nın milli-ulusalcı/Kurdi bir bilince sahip olup olmadığıdır. Seyid Rıza’yı, sıradan bir aşiret ve dini lider olarak görenler onun ulusalcı-milli/Kurdi bir bilince sahip olacağına/olabileceğine ihtimal vermemektedir. Bunlara göre; Dersim’de her aşiret kendi muhitinde, başına buyruk şekilde yaşam mücadelesi vermiş, bu da birlik olmayı imkânsız kılmıştır. Bunun bilincinde olan Seyid Rıza, bu tür bir çalışmanın dışında kalmaya özen göstermiştir. Hatta Seyid Rıza, 1914 ve 1915 yıllarında Kırğanlıların devlete karşı giriştikleri isyanı bastırmakta devletle birlikte hareket etmekten kaçınmamıştır  (Yıldırım, 2018; 175). “1917 yılında ise Ruslara karşı teşkil edilen milis kuvvetlerini komuta eden Seyit Rıza, 1918 yılında Erzincan’ın geri alınmasında aktif rol almış ve Erzurum’a kadar gidip Kâzım Karabekir Paşa’yla yakından görüşmüş ve mükâfatlandırılmıştır. 1933 yılında devlete yazdığı mektupta bu durumu şu cümlelerle ifade etmiştir: “Hükümete karşı bu ana kadar hizmet etmek ve emirlerini infaz ve gerdanımı hükümet uğruna vermekten ve fedakârlıktan geri kalmadım.” (Yıldırım, 2018; 175)[5].

“Ruslara karşı harekât neticesinde hem devlet nezdinde hem de aşiretler arasında iyice tanınan Seyit Rıza, 1921 yılında Koçgiri Kırımı’ndan kaçıp Dersim’e sığınanların affı için de yoğun bir mesai harcamıştı. Ankara Hükümeti’nin yeni kurulduğu ve ülkenin bir kaos içinde bulunduğu bir esnada, Koçgiri liderlerinin bütün teşviklerine rağmen Seyit Rıza bir isyan girişiminde bulunmamış ve bir denge politikası gütmüştür. Bütün bu süreçleri incelediğimizde Seyit Rıza’nın, milli hislerle hareket etmediğini ve bağımsız bir Kürt devleti fikrine uzak olduğunu görüyoruz. Zira Dersim’in inançsal farklılığı ve kendi içindeki bölünmüşlüğü, böyle bir fikre sapmayı mümkün kılmıyordu. Bu minvalde Seyit Rıza rasyonel davranıyordu. Diğer yandan aşiretler içindeki konumunu güçlendirmek için fırsatları değerlendiriyor ve devletin işbirliği tekliflerine de uzak durmuyordu. Devleti yönetenler ise zahirde Dersim ağalarını öven cümleler sarf ederken, iç yazışmalarında Seyit Rıza başta olmak üzere ağaları ‘güvenilmez, ikiyüzlü’ olarak nitelemekteydiler. Diğer yandan, Baytar Nuri’nin kitaplarında iddia ettiği gibi bir milli şuura sahip olduğu ve Kürdistan davasına çalıştığına dair ise hiçbir emare yoktur.” (Yıldırım, 2018; 175). Ortaya çıkan yeni belgeler(mektuplar) bu görüşleri tümden çürütmektedir. 1908-1938 döneminin bir analizi yapıldığında Seyid Rıza gibi bir liderin milli duygular taşımadığı düşünülemez.  Seyid Rıza bu dönemde elbette ki, Kürt ve Kürdistan mücadelesini veriyordu. Bunu araştırmacı-yazar Sedat Ulugana da teyit etmekte ve şunları yazmaktadır: “Seyid Rıza’nın Kızılbaş Kürtlerin bir inanç önderi olduğu su götüremez bir gerçektir. Mektuplara bakıldığında Seyid Rıza’nın, ‘Ben bütün Kürdistan ve bütün Kürtler adına konuşuyorum’ dediğini görüyoruz. Hatta bir yerde de “8 milyon Kürt’ten” bahsediyor.[6] Seyid Rıza’nın 1920’li yıllarda, Kürdistan siyasasının bir politik önderi veya aktörü olarak konuştuğu anlaşılabiliyor.” (Ulugana, Seyid Rıza, Dersim ve iki mektup)

Osmanlı istibdat yönetiminin 23 Temmuz 1908 tarihinde 1876 Anayasası’nın (Kânûn-i Esâsi) yeniden yürürlüğe koymasıyla, halkların, hak ve özgürlüklerden yararlanmasının önü açıldı. Osmanlı toplumunu oluşturan diğer halklar gibi Kürtler de bundan yararlanarak hem örgütlendiler hem de yeni yayınlar çıkardılar. Fakat bütün bu çalışmaların bir kısmına daha önce bir kısmı da Birinci Dünya Savaşı nedeniyle faaliyetlerine son verildi. 30 Ekim 1918 Mondros’ta imzalanan silahları bırakma antlaşmasıyla savaş, Osmanlı’nın yenilgisiyle sona erdi. Ortaya çıkan boşluktan yararlanan diğer halklar gibi Kürtler de yeniden örgütlendiler.

Kürtler tarihlerinde ilk kez 1918 yılında Seyit Abdülkadir’in başkanlığında kurulan Kürt Teâli Cemiyeti’nde (KTC) birleştiler. Cemiyetin önemli kurucuları arasında Dersim, Harput (Elazığ) ve Malatya’nın tanınmış ailelerinin üyeleri de vardı. “KTC’nin bileşiminin genişlemesi, şaşırtıcı olmayan bir biçimde görüşlerde belli bir heterojenliğine neden oluyordu. Üyelerinin çoğunluğu laik eğitimli, Jön Türklerle yaşadıkları deneyimlerle gelişmiş, eğitimli insanlar olmasına rağmen KTC resmi olarak ‘dinsel tavır almıştı.’ Ne yazık ki belli bakımlardan kendi çöküşünün tohumlarını taşıyan KTC’nin bu geniş tabanı, yine de Kürt milliyetçi hareketi bakımından yeni bir döneme işaret ediyordu. KTC’nin kurulması gerçekten… modern Kürt milliyetçiliğinin gerçek doğumu’ anlamına geliyordu.”(White,2012; 109).

KTC, sonraki bütün Kürt hareketlerinin başaramadığı bir şeyi de başarmış, Dersim halkıyla bir ittifak inşa etmişti. KTC, “Kürdistan” olarak bilinen toprakların özerkliği ya da Birleşik Bağımsızlığı için çalışmak amacıyla Dersimli aşiret şefleriyle birleşmişti. Bu ittifak tarafından örgütlenen Koçgiri ayaklanmasının askeri yenilgisi, çeşitli nedenlere dayansa da, Kürt milliyetçi hareketi açısından oldukça geniş, modern ileri görüşlü bir kitle hareketini belli ölçüde yaratmıştı. Özcesi 20. yüzyılın başlarında Kürt ulusal hareketine yön veren örgütler, Kürtler arasında, mezhepsel bir ayrım yapmaksızın tümünü Kürdistani halklar olarak kabul etmiş, sahiplenmiş ve örgütlemişlerdir. Bu ulusal ittifak 1938 yılına kadar devam etmiştir; devlet bu dönemde oluşan bütün direnişleri, “Kürt isyanları” olarak kabul etmiştir, Dersim direnişini de bir “Kürt ayaklanması” saymıştır. Seyid Rıza’nın içinde yaşadığı konjonktür budur, bu konjonktürden etkilenmediği bu sebeple düşünülemez.

Seyid Rıza’nın güçlü bir milli şuura ve Kürtlük bilincine sahip olduğu, Sevr Barış Antlaşmasındaa, pek çok Kürt aşiretinin aksine, Kürt delegesi Şerif Paşa’yı destekleyen ve meşru gören telgrafıdır. Bu dönemde Kürtler adına sadece İstanbul merkezli Kürdistan Teali Cemiyeti (Ligue Social Kurde) Şerif Paşa’yı destekleyen telgraflar göndermiştir. Şerif Paşa aleyhine gönderilen protesto telgraflarının ise “sahte” oldukları, özellikle Kemalistler tarafından kaleme alınıp aşiret reislerine zorla imzalattırıldıkları belirtilmiştir.

Söz konusu günlerde Koçgiri ve Dersim’den Kürdistan Teali Cemiyeti üzerinden Paris’teki Sevr komitesine hitaben Şerif Paşa’ya gönderilen iki mektupta son derece çarpıcı ifadeler yer almaktadır. Bu mektuplardan bir tanesi, bizzat “Koçgirilizade Alişir” imzası ve “Sivas-Zara, İmraniye Kürdistan Teali Cemiyeti Şube Reisi” ibaresi ile Alişêr tarafından gönderilmişti. Bu mektupta “Şerif Paşa, Kürtlerin meşru temsilcisi olarak” görülüyor ve Kürdistan için “bağımsızlık” talep ediliyordu. Diğer mektup ise müştereken kaleme alınıp Dersim’den gönderilmişti ve mektuptaki yegâne ıslak imza “Şeyhasananlı aşiret reisi” ibaresi ile Seyid Rıza’ya aitti (bu ıslak imza, Seyid Rıza’nın Osmanlıca okuryazar olduğunun kanıtıdır). Bu mektupta da Şerif Paşa’nın “Kürtlerin temsilcisi” olduğu vurgulanıyor ve Kürdistan’ın müstakil/bağımsız bir yapıya dönüşmesi talep ediliyordu.

Seyid Rıza ve diğer reislerin Dersim’i Kürtlüğün merkezinde konumlandırdığı ve son derece milliyetçi ibarelerle dolu bu mektup, ilk defa 2010’da Ali Kılıç tarafından, ilerleyen yıllarda ise Evin Çiçek, Dilek Kızıldağ Soileau ve Munzur Çem gibi değerli yazarlarca gündeme getirildi. Biz de “Doğu Dersim 2019”adlı çalışmamızda bu konuyu detaylandırdık (bkz. belge;6, 7, 8).

Devletin resmi belgelerinden Seyid Rıza’nın 1927 yılında Suriye’de kurulan ve 1927-1930 yıllarında General İhsan Nuri tarafından yönetilen Ağrı direnişini organize eden Hoybûn örgütüyle ilişkisi olduğu da anlaşılmaktadır (bkz. belge; 9). Bu belgede, 1934 yılında Hoybûn tarafından gönderilen Mehmet ve Bogos adında iki temsilcinin Dersim’e ulaştığı, Yukarı Abbas Aşireti Reisi Seyid Rıza tarafından kabul edildiği ve kendilerine yardım edildiği yazılıdır. Dersim’in sınırlardan çok uzak olması, dışarıdan kendisine yardım ulaştırmayı güçleştirmektedir. Yine de 1937 yılının yazında, Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Abdurrahim’in silahlı bir grup arkadaşıyla Rojava’dan çıkıp Dersim’e yardıma gittiği ancak yolda hain bir tuzak sonucu öldürüldüğü bilinmektedir.

Bütün bu gerçekler ortadayken hâlâ “Seyid Rıza’nın Baytar Nuri’nin kitaplarında iddia ettiği gibi milli bir şuura sahip olduğuna, Kürdistan davası için çalıştığına dair hiçbir emare yoktur” demek anlamsızdır.

Seyid Rıza, Türk ordusunun kural tanımaz vahşetini durdurmak amacıyla, sürekli kendisiyle görüşmek talebinde bulunan Erzincan Valisiyle görüşmeye giderken yanındaki iki kişiyle birlikte -Bertal oğlu Rıza ve Hüseyin isminde biri- 10 Eylül akşamı Erzincan yakınlarındaki köprüde yakalanır ve 14 Eylül’de Elazığ’a getirilir. Hiçbir hukuki dayanağı olmayan göstermelik bir mahkemede yargılanır ve idama mahkûm edilir. 15 Kasım 1937 şafağında Elazığ Buğday Meydanında altı yoldaşı ile birlikte infaz edilir.  Koca Pir’in idama giderken son sözleri “75 yaşındayım, şehit oluyorum, Kürdistan şehitlerine kavuşuyorum, Dersim mağlup oluyor, fakat Kürtlük ve Kürdistan yaşayacaktır. Kürt genci intikam alacaktır, Kahrolsun zalimler! Kahrolsun kahpe yalancılar!” olmuştur (Dersimi, 1992; 290).

İnfazı bizzat gerçekleştiren heyetin içinde bulunan Çağlayangil ise şunları yazar; “Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti. ‘Evladı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zülümdür. Cinayettir” dedi (Çağlayangil,1990; 52).

Seyit Rıza idam edilirken tabii ki, Nuri Dersimi yanında değildir, duyduklarını yazmıştır. Bu iki söyleyiş farkı; dinsel söylemin öne çıkması, Kürtlük vurgusunun yapılmaması, Seyid Rıza’nın Kürtlük adına mücadele etmediğine kanıt sayılmıştır. Oysa Dersim direnişini devlet bir Kürt ayaklanması saymış ve en sert tedbirlerle sonlandırmıştır. Şiddet o kadar acımasız olmuştur ki, 1938-1960 yıllarına kadar, yaklaşık 22 yıl, Kürdistan ölü bir sessizliğe gömülmüştür.

Sonuç olarak şunu diyebiliriz ki, 20. yüzyılından başından itibaren Dersim üzerinden oyunlar oynanmaktadır. 1937-38 vahşetinden (soykırım) sonra bile Dersim üzerindeki karabulutlar dağılmamıştır. Bugün de Kırmançların (Zazaların) ayrı bir ulus olduğu propagandası yapılmaktadır. Propagandayı yapanların kimler olduğu ve neyi amaçladıkları çok iyi bilinmektedir.  Esas üzücü olansa buna alet olan çok sayıda Dersimli aydının varlığıdır…

Dersim halkının Kürt olmadığını ileri süren görüşlerin temel noktalarından birisi din mefhumu diğeri ise dil ve/veya lehçe farkıdır. Gerçekten Dersim’de konuşulan Kırmanciye (Dımıliki) ayrı bir dil midir yoksa Kurmanciyenin (Kürtçenin) bir lehçesi midir? Bu sorunun cevabını uzmanlara bıraksak da, Kırmanciyenin gramer, kök ve kelime yapısına baktığımızda, Kürtçeye, bir lehçeden çok daha yakındır. Önemli olan, “Kürtçe’nin ve Zazaca’nın lehçe çeşitliliğini korumak” olmalıdır.

Uluslaşamamış toplumların, aynı kökten gelen çok çeşitli oymak, kabile ve aşiretten oluştuğu bir gerçektir. Bunlar arasında yazılı edebiyat gelişmediği ve pazar birliği kurulmadığı için, aynı kökten gelmelerine karşın, dilden dine pek çok farklılıklar söz konusudur, olması da normaldir. Almanya gibi güçlü sanayiye sahip bir devlette bile, Cermen kökünden gelen ama farklı şiveler konuşan çok sayıda yerel lehçelerin olduğu bilinmektedir. Zaten bu sebeple Almanya bir federal devlettir.

Lehçeler arasındaki farklılıklar çeşitli sebeplerden ötürü Kürtlerde çok daha yaygındır. Bunu durumu, lehçelerin esasında Kürtçe olmadığı farklı diller olduğu şeklinde yorumlamak yerine Kürt dilinin zenginliği ve bir avantaj olarak yorumlamak gerekir. 2011 yılında Bingöl’de düzenlenen Uluslararası Zaza Dili Sempozyumuna katılan Ludwig Paul, sunduğu tebliğin son bölümünde şunları aktarmıştır: “Benim görüşüme göre, kader Kürtlerin ve Zazaları birbirine bağlamıştır: Ya her iki dil ve kültür hayatta kalacaktır ya da hiçbiri. Eğer her iki dil toplulukları ortak çaba göstermez ve birbirlerine destek vermezlerse, Türkiye’de gerçek bir tehlike vardır ki er ya da geç her iki dil de ölecektir. (Ludwig Paul, Uluslararası Zaza Dili sempozyumu; 2011, 19-23)

Kürt ulusal özgürlük hareketi elbette ki Dersim halkının hassas oldukları konulara duyarlıdır ve duyarlı olacaktır. Gerek lehçe, gerekse inanç bazında gereken hassasiyet mutlaka gösterilecektir. Kürdistan halkı tekleşmenin değil, çoğulculuğun, renkliliğin, yerelden doğrudan demokrasinin mücadelesini vermektedir. Kürdistan bir halklar ve inançlar mozaiğidir, bu mozaiğin her parçası özgür olana kadar mücadele devam edecektir. Ludwig Paul’un dediği gibi; “Hiç kimseyi bir şeye zorlamamak gerekir. Kim Kürtçe konuşmak ve yazmak istiyorsa, bunu yapabilmeli; kim Zazaca konuşmak ve yazmak istiyorsa, o da bunu yapabilmelidir.”

Bir halk kendi ulusal kökeninden koparak bir arayış içine girerse, elbette ki birileri de ona sahip çıkmaya çalışacaktır. Ermenilerin ve Ermenistan’ın bugün yaptığı da budur. Genelde Kürtler, özelde Dersimlilerin Ermenilerle ortak uzun tarihleri, iç içe geçmiş kültürleri olsa da özünde farlı iki ulusturlar. Dersimliler, Ermenilerin değil Kürt ulusunun ayrılmaz bir parçasıdır.

 “Tunceli”de okuma oranının çok yüksek olduğu, en başarılı öğrencilerin buradan çıktığı Türk medyasının en sık telaffuz ettiği sözlerdir. Değinilmeyen esas mesele ise, Dersimlilerin hızla asimile olduğu gerçeğidir. Dersim, hızla kendi tarihsel gerçekliğinden ve kimliğinden kopmakta, Türkleşmekte ve Sünni/Hanefi İslam’ın içinde eriyerek yok olmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun ve halefi Türkiye devletinin bölgede hâkimiyetini sağlamak ve kalıcılaştırmak için sık sık din faktörüne başvurduğu,  halkları birbirine düşürmek için dini farklılıkları kullandığı bilinen bir gerçektir. Fakat özgürlük için direnen Kürt önderlerinin, bu oyunu sürekli boşa çıkardıkları da bir gerçektir. 21. yüzyılda, Kürtlerin özgürlüklerine en çok yaklaştığı, birlik ve bütünlüğe en çok ihtiyaç duyduğu bir zamanda, Zazaları, Kürtlerden ayrı bir milletmiş gibi lanse etmeye çalışmak, resmi ideolojiye hizmet etmekten başka bir şey değildir.

Kaynakça

Anter, Musa; Hatıralarım 1-2, İstanbul, Doz Yayınları, 1990
Beşikçi, İsmail; Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi. İstanbul, Belge Yayınları, 1990
Cengiz, Seyfi; Dersim ve Zaza Tarihi III,( Sözlü Gelenek ve Tarihsel Gerçek) 11. Mayıs 2014, İnternet.
Çağlayangil, İ. Sabri; Anılarım, İstanbul, Yılmaz Yayınları A.Ş. 1990
Demir, Hasan; Dersim’den Tunceli’ye 38 Katliamı Tanıkları, İstanbul, Belge Yayınları, 2011
Dersimi, Nuri; Kürdistan Tarihinde Dersim, Diyarbakır, Dilan Yayınları, 1992
- Hatıratım, İstanbul, Doz Yayınları, 1997
Gürbey, Hüsnü; Kadim Kürt İnanışı, Kızılbaşlık, Kökeni ve Felsefesi; İstanbul, Pêri Yayınları, 2016
-XIX. yüzyıldan Cumhuriyetin ilk yıllarına Doğu Dersim, Kürtler, Ermeniler ve Şah Hüseyin Beyler; İstanbul, Sancı Yayınları, 2019
-Rızalık Toplumları, Eşitlikçi Tarım Toplumlarında Dinsel ve Siyasal Görüşler: Babek Yayınları, İstanbul,2021
Jandarma Umum Kumandanlığı Raporu (1932) Dersim, İstanbul, Kaynak Yayınları, 2000
Kahraman, Murat; Bitmeyen Veda, İstanbul, Sancı Yayınları, 2019
Kaliber, Alper; 1964 Rum Sürgünü ve Kıbrıs Sorunu: İstanbullu Rumlar ve 1964 sürgünleri: İstanbul, İletişim yayınları; 2019. s;33-34
Oran, Baskın; 1964 Sürgünleri: Kıbrıs Meselesi mi, “Prensip” Meselesi mi?, İstanbullu Rumlar ve 1964 sürgünleri: İstanbul, İletişim yayınları; 2019.
Öztürk, Saygı; İsmet Paşa’nın Kürt Raporu, İstanbul, Doğan Kitap, 2012
Ünlü, Barış; Türklük Sözleşmesi, Ankara, Dipnot Yayınları,2018.
White, Paul J.; İlkel İsyancılar mı? Devrimci Modernleştiriciler mi?, İstanbul, Vate Yayınları, 2012
Yıldırım, Mehmet; Hangi Seyit Rıza: Kürt Tarihi ve Siyasetinde Portreler: Der; Yalçın Çakmak& Tunçay sur; İstanbul, İletişim Yayıncılık A.Ş, 2018

Makaleler:
Asatrian, Garnik; Milli İdeoloji Milli Pragmatizmle Eşgüdüm İçerisinde Olmalı: Röportaj;  Gayane Sarmakeşyan; Rusçadan çeviren: Kamiz Şedadi.: http://www.kurdistan-post.org/News-file-article-sid-35493.html Zazaki Net’ten
Aslan, Şükrü; Sahi, Devlet Dersim’e Giremiyor muydu? Kürt Tarihi, Mart-Nisan-Mayıs, 2015, sayı: 17
Hatspanıan, Sarkis;  --Yerevan, 21 Mart 2012  – DOĞU ERMENİSTAN; https://ermenistan.de/sarkis-hatspanian-yazi-dersim-gizemi/
Paul, Ludwig;  Uluslararası Zaza Dili sempozyumu; Bingöl, 2011
Ulugana, Sedat; Zilan Katliamı’: Kürt jenosidinin doksan birinci yılı, Temmuz 14, 2021/http://pen6.info
-Seyid Rıza, Dersim ve iki mektup; Yeni Özgür politika;26-27 Şubat 2020

Dipnotlar
[1] Mıla, “mele” (molla) anlamına gelir. Eğitimli, okuryazar, aydın kişiler için kullanılan bir ünvandır. “Sülalemizde çıkan şahsiyetlerin bir de Mıla sıfatı vardır ki, Mıla lakabı, mensup olduğum sülalenin çoğu şahsiyetlerinin öğrenim görmüş, kültürlü kişiler olmalarından kaynaklanmaktadır. Dersim aşiretleri arasında soyadımız olan Colık tabirine bir de Mıla eklenmiştir. Esasen Kürtler okumuş herhangi bir şahsa Mıla demektedirler. (Dersimi, Hatıratım, 1997; 12)  Bilindiği gibi gerek Êzidilerde olsun, gerek Kızılbaş Kürtlerde olsun, eğitim hakkı belli bir azınlığın tekelindedir. Êzidilerde bu görev Qewals (Kavallar) denilen gruba verilmiştir. Bunlar, dini törenlerde erbane çalar, deyişler (ilahiler) icra ederler. Kızılbaşlarda eğitim hakkı, Ocakzadelerin tekelindedir. Ocakzadeler, bazı durumlarda bu haklarını Mele/Mola denilen kesimle paylaşırlar; Mele, çocuklara elifba öğretir, cenaze törenlerinde ölüyü yıkar, ilahiler okur ve defin işlerini yapar (Gürbey,2012; 286).
[2] Horasan dedikleri, muhtemelen Deylem ülkesi olmalıdır.
[3] Seyid Rıza’nın Rüstem isimli torununa ait şöyle bir ibaresi vardır: “Dedemin okuma, yazması yoktu. Bu mektupları kendisi yazmadı. Büyüklerden duyduğum kadarıyla soy ismi Polat olan bir akrabası yazmıştır. Dedemin kendisini kurtarabilecek kadar bile Türkçesi yoktu.”(Ulugana, Seyid Rıza, Dersim ve iki mektup).
[4] Nuri Dersimi, anılarında, “[Suriye’de] Bir bildiri yazarak, Memduh Selim vasıtasıyla Fransızca’ ya tercüme ettirdim. Kamuran Bey vasıtasıyla tüm dünya konsolosluklarına ulaştırıp Kürdistan, özellikle Dersim faciaları hakkında dünya kamuoyunun dikkatini çekmeye çalıyordum” (Hatıralar,197; 190) dese de, mektup ile belge arasındaki çelişki çözülememektedir.
[5] Cumhurbaşkanlığı Arşivi, Belge No: 01010580-50
[6] 20 Mart 1920’de Sevr’e gönderilen söz konusu mektupta Seyid Rıza ve diğer aşiret reisleri, “8 milyonluk Kürt milleti” adına “Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı”nı talep ediyor, olası Kürt devleti kurulduğunda “Kürdistan’ın merkezi” olarak tanımlanan Dersim ve “kuzeydeki sınır” Erzincan ile Koçgiri’nin de buna dâhil edilmesini özellikle belirtiyorlardı.

Belgeler

dersim1

Seyid Rıza sürekli izlenmektedir.

dersim2

Türkiye İçişleri Bakanlığı’nın hazırladığı belge.

dersim3

1937’de Seyid Rıza’nın Fransa Dışilişkiler Bakanı’na yazmış olduğu mektubun Fransızca kopyası, 1. Sayfa.

derssm4

1937’de Seyid Rıza’nın Fransa Dış İlişkiler Bakanı’na yazmış olduğu mektubun Fransızca kopyası, 2. Sayfa.

dersim5

Seyid Rıza’nın 1937’de Fransa Dış İlişkiler Bakanlığı’na hitaben yazmış olduğu mektubun İstanbul’daki Fransa Konsolosluğuna teslim edildiğini gösteren istihbarat belgesi.

dersim6

1920’de Seyid Rıza’nın Sevr komitesine göndermiş olduğu Osmanlıca mektup.

dersim7

Seyid Rıza’nın Sevr komitesine göndermiş olduğu Osmanlıca mektubun Fransızca tercümesi, 1. Sayfa.

dersim8

Seyid Rıza’nın Sevr komitesine göndermiş olduğu Osmanlıca mektubun Fransızca tercümesi, 2. Sayfa.

dersim9

Hoybûn’dan Seyid Rıza’ya gelen heyet.

dersim10

dersim11

dersim12