Editörden

Bir rivayete göre meşhur tarihçi ve sosyolog Faslı İbn-i Haldun uzun yıllar süren gezi ve gözlemlerini kağıda dökmeyi planlar. İsmi ‘Kitabul İlber’ olarak düşündüğü ve birkaç ciltten oluşacak eserine, mukaddime(giriş) olarak din ve toplum arasındaki ilişkiye değinmek ister. Bu giriş yazısı kendi sınırlarını fazlasıyla aşar ve bugün bildiğimiz iki ciltlik Mukaddime adlı eseri vücuda gelir. Planlı bir metni kontrolden çıkmış bir mukaddimeye eviren nokta konunun kendisiydi aslında: Bireydeki inancın toplumsal tezahürleri.

Sosyal bilimler literatüründe din sosyolojisi başlığı altında çalışılan bu  alanın daha spesifik ve daha karmaşık olan kısmı ise şüphesiz dinin(inancın) kimlik ile olan ilişkisidir. Dinin, bir toplum içerisindeki salt dini işlevlerinin ötesinde önemli tamamlayıcı toplumsal fonksiyonlarının da bulunduğuna ve bu çerçevede onun kişisel ve toplumsal kimlik belirlenmesindeki ve özellikle de, hızlı değişim süreçlerine maruz bulunan toplumların karşı karşıya kaldıkları kimlik sorunlarının çözümündeki tamamlayıcı fonksiyonlarının da olduğunun altı çizilmelidir. Bu zaviyeden baktığımızda kimlik konusunun çok çeşitli yönlerinin olduğu ve bu yüzden disiplinler arası bir çözümlemeyi gerektiren girift ve hassas bir yönünün olduğu dikkatten kaçmamalıdır.  Öte yandan kimlik konusuna baktığımızda tek başına oldukça dinamik bir konudur.  En başta kimliğin kişi için ne anlama geldiği sorusunun cevabı neredeyse herkeste farklıdır. Bu sorunun daha zor kısmı ise toplumsal veya kültürel bir fenomen olan kimliğin belirlenmesinde din ne kadarlık bir yer kapladığıdır.

Bu soruyu Kürt özelinde tekrar sorduğumuzda cevabını bulmak bir parça daha zorlaşıyor. Zira genelde din, özelde ise İslam inancı Kürtler‘de daha eski ve daha stabil iken, etnik anlamda kimlik ise daha yeni ve daha dinamik duruyor. Osmanlı’nın 1800’ler sonrası merkezileşme politikasının Kürtler’de tetiklediği etnik huzursuzluk, görece uzun yıllar stabil-dindar olarak yaşayan Kürtlerin profilini, dinamik bir milliyetçi olarak tekrar güncelledi.  Devletin merkezileşme politikalarına  ilk ciddi başkaldırı Nakşibendi Tarikatına mensup Nehri ailesinden geldi. Hareketin başında olan Şeyh Ubeydullah o dönem için en büyük iki Müslüman devlet olan Osmanlı ve İran’a karşı ayaklanırken milli gerekçeleri kadar dini gerekçeleri de vardı. Şeyhe göre bu devletler Kürtleri sömürüyor ve buna inancı bir gereği olarak karşı çıkıyordu. Bu isyan maddi olarak Kürtler için somut getirisi olmasa da, zihinlerindeki ‘halife dokunulmazdır’ düşüncesini önemli oranda sarstı.

Şeyh Ubeydullah’tan sonra Kürtler Bruinessen’in ifadesi ile uzun bir süre ağa-şeyh-devlet üçgenine sıkıştılar. Kürtler bu süreçte İslami ufuk açısından şeyhin ferasetine hapsolurken, sosyal açıdan da ağanın insafına kaldılar.  20 yy. başında bir kısım Kürtler nispeten daha entelektüel bir tarzda siyaset sahnesine çıksalar da halkın çoğunluğundaki uhrevi bariyerleri esnetip daha dünyevi denilebilecek bir hürriyet mücadelesine yollar açmayı başaramadılar. Mesela o dönemde sıkça öne atılan Bediüzzaman Saidê Kurdi hürriyeti imanın bir gerekliliği olarak görürken hemşehrisi olan Mele Selim hürriyeti ateşin bir parçası olarak yorumlamaktaydı. Nursi ve Mele Selim örneğindeki bu yorum farkı o zaman has kalmadı ve günümüze kadar yaşamayı başardı. Devlet merkezli yoğun islamcılık propagandasına rağmen, Kürdün din üzerinden sahip olduğu sosyal itikad onu sömürgeci bir ulasa dönüşmesine engel olduysa da, anti kolonyal bir bağışıklık kazanması noktasında da yetersiz kaldı.

Kürt Araştırmaları dergisi olarak bu konuya akademik bir neşter atma niyeti ile üçüncü sayımızın dosya konusunu ‘Kürt İslamı’ olarak belirledik. Bu konuda fikri anlamda mesai harcamış değerli isimlerin katkıları ile hazırlamış olduğumuz dosyamızı ilgilerinize sunuyoruz.

İstifadeli olması temennisi ile yeni sayımızda tekrar buluşana dek sağlıcakla kalın.

 

Ekrem Malbat